ÖNEMLİ BİR SORUN: MASKE

Geniş bir ormanı yakmak gibidir maske takmak. Kendinizi ateşe verirsiniz ve hayatınızın cayır cayır yandığını izlersiniz. O yangının en temelindedir o maskeler. Sizi siz olmadığınız, bambaşka biriymişsiniz gibi gösteren o görünmez maskeler… şimdi Corona’dan dolayı tıbbi maskeleri takmamak için bu kadar çok direnirken, aynı oranda istekliyiz o benliğimizi kamufle eden görünmez maskeleri takmak için. Nasıl da ironik, değil mi? Bizi koruyabilecek bir şeyi hunharca iterken, bizi tüketecek bir şeye dört elle sarılıyoruz. Makyaj bile bir maskedir yeri geldiğinde. Ağlamış gözleri, hüzünlü bakışları, umutsuz duruşları yokmuş gibi gösterir. Stresiniz varken mutlu, hüznünüz varken sevinçli, keyifsizken neşeli görünmeye zorunda hissederiz kendimizi zaman zaman. Aslında içimizden hiç gelmeyen, son derece yapay ama işe yaradığını sandığımız bir tebessüm yerleştiririz dudaklarımıza. Alın size en profesyonel maske! Tıpkı kendilerini korumak için kamufle eden canlılar gibi, hislerimizi, duygularımızı baskılayarak kamufle ederiz ve bizi topluluk içinde “el âlem”e karşı koruyacağına inandığımız sert kalıplara sığmak için kendimizi sıkarız. O her sıkma, aslında derin tortular bırakır ruhta. Kendimize biçtiğimiz zorunluluklarla güya uyumlu olmaya çalışırken kendi başımıza dert açarız aslında. Belki bize sonradan öğretilerek beynimize işleyen ve kimi zaman istemsizce taktığımız bu maske, nefes almamızı zorlaştırır. Huzurumuzu çekip alır ve biriken tortularla bize yeni yaralar bırakır. Ama Corona’dan korunmak için, tıbbi maskeleri ısrarla reddederiz, nefes almayı zorlaştırdığını söyleriz. Doğrudur, gerçekten insanı zorluyor. Ama öte yandan da koruyor. Fakat bile isteye taktığımız o görünmez maskeler bizi korumuyor, sadece yoruyor ve yıpratıyor. İşte bu yüzden, kamuflaj maskesi olmayan, hislerini, isteklerini ve duygularını pusulası, yüreğini meskeni bellemiş her insana sonsuz sevgim ve saygım var. Kendisini kendi gibi özgürce ve özgünce yaşayan her ruh sahicidir. Ve sahicilik hep iyileştirir.

İNSANIN İZİ, HAYATIN ÖZÜ

Her insan farklı. Benzerliklerimiz olsa da, asla aynı değiliz hiçbirimiz. Mesela ellerimiz… ben çocukluğumdan beri ellere dikkat ederim. Şekli, derisi, tırmak yapısı, eşyaları tutuş biçimi ve hareketleri istisnasız her insanda farklıdır. Bir de seslerimiz… her ne kadar bazen bazı akrabaların veya aile üyelerinin sesleri birbirine benzese de, hiçbir ses bir ötekiyle aynı değil. Hepimiz eşsiz bir müzik aleti gibiyiz ve sesimiz birbirinden farklı notaları bambaşka tonlarda ve renklerde çalar. Çocukken sesimi dinleyip “çok değişik” derdim, “ve çok özel…” Çünkü sadece bana ait olan, başka hiç kimsede bulunmayan bir şey. Bu özgünlük öyle büyülü ki… insanlar birbirlerinin yüzünü görmeseler bile seslerinden tanıyabilirler. Nasıl ki piyano çalınırken duyduğumuz sesin piyanoya, keman çalınırken çıkan sesin kemana ait olduğunu söyleyebiliyorsak, işittiğimiz sesin de kimden çıktığını aynen öyle bilebiliriz işte. Bu özgünlük çok başka hissettiriyor bana. Düşünsenize, ne kadar çok insan varsa dünyada, o kadar farklı ses, o kadar parmak izi, o kadar el ve daha neler neler var. Yani özetle ne kadar farklı insan varsa dünyada o kadar insan izi var.

Dünyaya uzaktan baktığımızda bir bütün görürüz. Onu oluşturan detayları inceleyemeyiz uzaktan. Dağları, denizleri, ağaçları, çiçekleri, binaları, hayvanları fark edemeyiz. Oysa dünyaya iyice yaklaşırsak ve her bölgesine karış karış bakarsak, denizinin tuzunu, havasının soğuğunu, ağaçların türünü, çiçeklerin rengini, binaların şeklini vesaire biliriz. Yani bir bütün olarak görülen dünyayı o hâle getiren parçaları tanırız ve bir yapboz gibi, kendisine özel parçaların birleşimiyle genel bir bütün elde ettiğimizi anlarız. Topluluklar da dünya gibi bir bütün olarak geneldir ve topluluğu da insana indirgeyerek özelleştirdiğimizde, aslında toplumun bir bütün olarak her biri birbirinden değişik parçalardan oluştuğunu fark ederiz. Nasıl ki her parçanın aynı olduğu bir yapboz yoksa ve bir yapbozun tamamlanabilmesi için parçaların kendisine özgü ve birbiriyle uyumlu olması gerekiyorsa, toplumlar ve toplumları oluşturan insanlar da öyledir işte. Birimiz olmasa eksik kalır yapboz, tamlanamayız. Ve biz, bir bütünün parçası olmayı nedense hafife alırız. Oysa bütünü meydana getiren en önemli şeydir parça. Her şey o parçaya bağlıdır. Biz bu önemi unuttuk. İzimizin değerini bilemedik. Ellerimize bakıp “ben çok özelim” demedik mesela. Sesimizi sevemedik. Kendi sesimizi videolarda duyunca irite olduk. Oysa o ses çok güzel. O ses bizim imzamız, kimliğimiz, benliğimiz. Biz benliğimize sarılamadık doyasıya. Onu öksüz, yetim bıraktık. Belki de asıl nedenlerden biri budur pek çoğumuzun içinde hissettiği bu tutsaklık.

SANAT, ASLINDA EDEBİYAT

Sanat ve edebiyat, derler insanlar. Sanatı edebiyattan ayrı tutarlar. Edebiyat sanata, sanat edebiyata dahil değil gibi, ikisi aynı kökten gelmiyor da, farklı köklerden filizlenerek yan yana yarenlik eden birer çiçekmiş gibi aksediyorlar. Oysa değil. Sanat edebiyattan doğar. Sanatın dalları diye bildiğimiz her şey edebiyatın içinden çıkar. Başka bir deyişle, sanat bir ağaç ise, gövdesi edebiyattır, o gövdeden fışkıran dallar, edebiyatın yansıttıklarıdır. Resim mesela… edebiyat resimden daha güçlüdür. Tek cümleyle her zihinde bambaşka resimler yapabilir. Hayalden hayale değişen, çeşitlenen bir renk ve biçim cümbüşü sunar insana. Oysa resim her göze aynı görünen bir üründür. Edebiyatın o sihrinden yoksundur. Şöyle de denebilir, resim, edebiyatın sunduğu geniş yelpazedeki hayalî görselleri hayata geçirmek için bir aracıdır. Peki ya tiyatro? Okuduğumuz hikayelerin, romanların sahneye yansıtılmış hâli değil midir? Bir kitabı okurken kişilerin yaşamlarına ve konuşmalarına sessiz ve görüntüsüz şekliyle tanıklık ederiz. Tiyatro, tüm bu tanıklıkları soyut düşüncelerde canlandırmaya çalışmaktan öteye taşıma, onu somutlaştırma görevini üstlenir. Ruhun gıdası olan müzik ise yine edebî duygulardan ileri gelir. Edebiyatın yapmaya çalıştığını bambaşka ve esrarengiz yollarla yapar. Mesela edebiyat sözcüklerin büyüsüyle mevsimleri anlatırken, Vivaldi, bunu kemanından çıkan notalarla yapmıştır. Dört mevsimi müzikle anlatmıştır. Yani özetle, edebiyat deniz deryadır. Dallara ayrılan ve belli odakları olan sanatın ana kaynağıdır. Yani edebiyat ve sanat değil, edebiyat sanattır ve her sanat biraz edebiyattır.

UMUT

Yara alır insan, canı acır ve acıyan yerine rağmen nefes almaya devam eder. Hayat onu zorlar, sınar. Ama o, hâlâ yaşar. Böyle bir yaşamda da acıya ve her türlü sınava direnir insan. Hayatta kalabilmek için sahip olduğu silah budur çünkü, çevresine inşa ettiği koruma kalkanıdır. Yere düştüğünde, o yerde kalmamak, ayağa kalkmak ve yolunu yürümeye devam etmek zorundadır. Ama her düşüş iz bırakır.

Yara yeni darbelerden korunsun ve kendisini onarsın diye üzerine bant yapıştırır insan. Çünkü yaralar kimi zaman iyileşemez ve daha çok kanar o bant olmadan. Yara, bandın altında güvende kalırken, günbegün onarılırken insanın gözünde filizlenir çiçekler. Bedeninde ve ruhunda izi kalan tüm acılarına rağmen geleceğe tutunabilmek için gözleri görür o çiçekleri, diğer bir değişle o umut çiçeklerini. Yüreğiyle sever o çiçekleri, içtiği ve hatta içemediği sularla doyurur, yüzüne, gözlerine değen ve hatta değemeyen güneşlerle büyütür insan.

”Yılma! Bak, çiçekler açıyor etrafta” diye fısıldar ona hayat âdeta. Hem sever hem döver bir nevî. Veya insan hayatın onu sevdiğine inandırır kendisini. Tüm bunların adı umuttur. Umut, insanın, sımsıkı sarıldığı sevgi dolu bir kucaktır, sığındığı güvenli bir limandır, düşmemek için tutunduğu daldır, güneşleri batsa da, karanlıkta kalmamak için yanında hazır bulundurduğu mumlardır. Umut, insanın yaralarını sardığı ve sonrasında o yaradan çiçekler açtırdığı sihirli bir dünyadır. Umut… belki bir hâyâl, belki bir rüya ve belki de en güçlü dua…

HİÇBİR ŞEY ÇOK DA GERÇEK OLMAYABİLİR Mİ?

Kendimizi bir fanusa kapattık. Algılarla ördüğümüz ve gerçekliğini bizzat kendimiz belirleyip adadığımız bir dünya yarattık. Tüm benliğimizle inandığımız her gerçeği dört elle sarıp sarmaladık, ona gözümüz gibi baktık. Oysa gerçek sandıklarımız ya bir illüzyonsa? Ya aslında renkler bizim sandığımız gibi değilse mesela?

Renkler… ah evet. Bizim sandığımız gibi değilmiş meğer. Kırmızı sandığımız renk aslında kırmızı olmayabilirmiş. İzlediğim bir videoda insan beyninin bazı renkleri asla anlayamadığı anlatılıyordu ve yine insanların kendi hayallerinde bir şekli tasarlayabilirlerken, herhangi bir rengi hayal edemeyecekleri dile getiriliyordu. Sahiden, siz hiç görmediğiniz bir rengi düşlerinizde canlandırabilir misiniz? Deneyin. Olmayacaktır. Fakat bir ev, araba, kıyafet, takı düşleyebilirsiniz pekâlâ. Görmediğiniz birçok nesneyi beyniniz sunabilir gözünüze. Ama renk başka işte. Çok da güzel bir örnek gerçekliğe.

Kediler ve köpekler yanılmıyorsam yalnızca iki renk görebiliyorlarmış. Birçok canlı farklı sayıda rengi algılama yetisine sahiptir. Ama bizim insanlarla geçirdiğimiz zamana ve birlikteliğe kıyasla en yakın tanıdıklarımız, beraber olduklarımız kediler ve köpekler olduğu için onlardan bahsetmek istiyorum. Sokaklarda birçok insanla iç içeyken,birçok kediyle, köpekle de karşılaşıyoruz. Biz insan olarak hepimiz çevremizdeki her şeyin, kedilerin, köpeklerin, kuşların, çiçeklerin renklerini aynı şekilde görebilirken, “kara kedi” “benekli kedi” “sarı kedi” tarçın köpek” “dalmaçya köpek” vs vs diye her şeyini inceleyebildiğimiz, hatta isimlendirebildiğimiz kediler ve köpekler aslında kendilerindeki bu detayları bile fark edemiyorlar. Çünkü bu renkleri göremiyorlar. Dolayısıyla bizim hayata baktığımız pencere ile onların hayata baktığı pencere çok farklı. Dolayısıyla gördüğümüz, içselleştirdiğimiz gerçekler de, gerçeklik kavramının kendisi de çok farklı. Düşünsenize, bir kediyle yanyanasınız ve aslında ikiniz de çevrenizi bambaşka bir şekilde algılamaktasınız.

Bazen öylece oturup düşünürüm. Kendi hayatımda var ettiğim veya kendi oluşumumun dışında var olduğuna yemin edecek kadar emin olduğum gerçekleri ve kafamda kurguladığım gerçekliği sorgularım. Belki de hiçbir şeyin sandığımız gibi olmadığını söyleyen iç sesimi sindiririm hücrelerime ve merak ederim: sahi, hiçbir şey çok da gerçek olmayabilir mi?