“BANA NE?” DİYEBİLME SANATI

Türk Dil Kurumu yeni değişiklikler yapmış. Küçük bir kısmını sosyal medyada görerek durumdan haberdar oldum. Dehşete düştüm. Dilin matematiği, kelimelerin mantığı hiçe sayılmış. Gündelik yaşamda yaygınlaşan kullanımlar doğru kabul edilir olmuş. Bunun onaylanabilir bir yanı yok. Hâliyle görür görmez kan beynime sıçradı. Ayak tırnağımdan saç telime kadar sinir dalgası sardı beni. Türkçe benim aşkım, sevdam, değerlim. Kendimi bildim bileli hep en doğru ve en iyi şekilde yazılsın, konuşulsun istedim. Sürekli araya karıştırılan İngilizce kelimelere ne kadar sinir olup kafama takardım ortaokul ve lise dönemlerimde. Hatta ortaokul sondayken dershanedeki Türkçe öğretmenimize kök söktürürdüm “Şu kelime Türkçe kökenli mi, yabancı kökenli mi?” diye. Örneğin “ihtiyaç” yerine Türkçe olan “gereksinim”in kullanılmasını isterdim ve buna özen gösterirdim. Türkçe, kendi benliğini en sağlam ve ışıklı şekilde sürdürmeliydi. Türkçesi varken bir şeyi yabancı kelimeyle ifade etmek dile ihanetti, büyük bir darbeydi. Sonra, yabancı dil serpiştirilmeden tam anlamıyla Türkçe konuşulmasının ve yazılmasının kocaman bir ütopya olduğunu anladım. Bunu değiştirmeye gücümün yetmeyeceğini fark ettim, kelimeleri ve kökenleri umursamayı bıraktım. Kim ne kadar yabancı dil konuşmak istiyorsa konuşsun, tek ve etkisiz biri olarak benim bununla mücadele edecek takatim yok, dedim. Bunu deyince üstümden bir yük kalktı. Ruhumun bu konudaki sıkışıklığı arındı, ferahladım. Şimdi ise, TDK’nın son değişiklerini gördükten sonraki sinir dalgası etkisini yitirince “Aman bana ne? Ben mi yaşatacağım sanki Türkçeyi? Kaliteli üniversitelerden mezun onca insan dahil birçok kişi ortaokul seviyesindeki eklerin ve bağlaçların yazımını öğrenememiş ve uygulayamıyor, ben nasıl bu halkın doğru yönlendirilmesini sağlayabilirim ki? Çektiğim psikolojik sıkıntıyla kalırım. Değmez.” dedim. Bir hafifledim, bir hafifledim, sormayın. Meğer insanın her şeyi dert etmeden yaşaması ne büyük lüksmüş. Duyarlı olmayan, hayatta idealleri ve meseleleri olmayan insanlar o yüzden bu kadar mutlular demek ki. Açıkçası böyle duyarlı ama mutsuz biri mi yoksa duyarsız ama mutlu biri mi olmak istersin diye sorsalar… gerçi ben yine de duyarsız olmak istemem çünkü insan olmak demek duyarlı olmak demektir benim için. Fakat yine de “Bana ne ya?” diyebilmek çok hafifletiyormuş ve sıkıntıları sağaltıyormuş. Şimdi yeni bir hedefim var. “ ‘Bana ne?’ diyebilme sanatı”nı icra etmeyi öğreneceğim. Hadi bana kolay gelsin.

KENDİNE ONAY VERMEK

Yapılacaklar, edilecekler ve yapılamamışlar, edilememişler listesi uzayıp gidiyor önümde. Neleri ne zaman nasıl yapmalıyım, bilemiyorum. Zihnimde anlam algısı silikleşiyor zaman zaman. Her şeyin hallaç pamuğuna dönüştüğünü hissettiğim anlar sıklaşıyor.

Hayatıma baktığımda silik bir silüet görüyorum. Kendisini her şeyin dışında, kendi konfor alanında bırakmış, yalnız ve özgün bir kız. Özgürlüğünü duyumsadığı yerlere özgürce ve özgünce koşan, kendini kendisiyle onaran bir kız.

Söz konusu kıyasa gelince çoğu kişi için ne kadar sıkıcı bir hayatım var aslında. Gücünü durmaktan alan, stabil bir yaşam. Bu bana kendi yapımın bir diktesi esasında. Bu benim seçimim değil, biçimim. Seçim ile biçim farklı şeyler sonuçta. Kendi biçimimde yaşarken hem “Oh be!” hem “Of be!” diyorum. Kendimden memnuniyet seviyem biçimimin aksine, hayli devinimli. Fakat şunu gözlemledim ki, ne olursa olsun tenkit etmeyi bir kenara bırakıp kendime şefkat gösterdiğimde, aynaya bakınca kaşlarımı çatmak yerine gülümsediğimde kendimi daha tamamlanmış, daha mutlu, daha özgür hissediyorum. Böyle anlarda şunu fark ediyorum, sanırım bu hayatta ben en çok kendi onayıma ihtiyaç duyuyorum❤️

BENİM ÜTOPYAM

Dünyanın çarpılmış düzensizliğinde can yakıcı bir nokta var. Para. Yokluğu derin sefalet, varlığı bol bol sefa. Sefa ve sefalet arasındaki üç harfte gizli var-yok denklemi. Dünya kaynakları sınırlı, insanın talebi sınırsız. Sınırlıyı sınırsıza yetiştirme döngüsünde kimilerine hiç pay kalmıyor, kimilerine devasa pay düşüyor ve işte bu uçurumda insanlık ölüyor. Bir yanda özel jetler, yatlar, ultra lüks araba koleksiyonları, birbirinden lüks birçok ev, odalar dolusu hepsi dünya markası giysiler, ayakkabılar, aksesuarlar, çantalar, saatler, mücevherler, evde çalışan hizmetçiler, en pahalı restoranlar, en pahalı tatiller ile donatılmış bol bereketli hayatlar, hiçbir şeyin fiyatını umursama zorunluluğu olmadan, her şeye kolaylıkla sahip olarak yaşayan insanlar. Bir yanda o insanların garsona bahşiş diye verdikleri paranın belki yarısı, hatta çeyreği tutarında maaş için bir ay boyunca delicesine çalışıp ailesini geçindiren insanlar. Bir diğer yanda günlerini bir kuru ekmekle geçiren, hayatı boyunca bir lokma hamburger, çikolata hatta peynir-zeytin yiyememiş, parası yetip de deniz görmemiş, tenine deniz suyu değmemiş, ömrü betonun, kerpiçin arasında, toprak içinde geçmiş insanlar. Geçim derdinden başı sıkışa sıkışa canını taşıyacak hâl bulamayıp kendi canına kıyanlarla; parasını nereye saçacağını şaşıranlar aynı atmosferi aynı anda paylaşıyorlar.

Aslında her şey bambaşka olmalıydı, sistemi bozup yeniden inşa edebilmek keşke mümkün olsaydı. Hoş, hayatta her an her şey olabilir, nice nesil göremeyebilir belki ama nihayetinde sistemin iyisi hâkim hâle gelebilir. Bilemem. Ama tüm kalbimle dileyebilirim. “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz. Biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk. O yüzden anlaşamıyoruz.” demiş Victor Hugo. İçimdeki fırtınayı tek cümleye öyle güzel sığdırmış ki… eğer bir yanda çok zenginlik, diğer yanda çok fakirlik varsa, bunun sebebi hak, hukuk, adalet, eşitlik kavramlarının yokluğudur, dışlanmasıdır. Empedokles’e göre evrenin özünü dört madde oluşturur: Su, hava, ateş, toprak. Bana göre de insanca yaşamanın özünü dört madde oluşturur: Hak, hukuk, adalet, eşitlik. Bu dört temel maddenin birinde bile en ufak araz çıksa denge şaşar. Oysa dünyada bu maddelerin hiçbiri tam anlamıyla yok. Aralara serpiştirilmiş gibi dursa da, hak da, hukuk da, adalet de, eşitlik de hep gücü elinde tutanların isteklerine göre şekilleniyor. Oysa bunlar şekillendirilebilecek şeyler değil. Aksine, insanlar, kurumlar, kuruluşlar, devletler ve uluslararası ilişkiler bu dört kavrama göre kendilerini şekillendirmeli. Yani sözün özü, bu konuda dünya tersine dönmeli.

Dünya kaynaklarının insanın taleplerini karşılamak için fazla sınırlı olduğu sanılsa da, doğru yönetildiğinde bu dünyanın her şeyi her insana gayet yeter. Bir yerde kıtlık varsa başka yerde fazla bolluk olduğu içindir. Oysa eşitçe dağılım yapılsa kimse hiçbir şeyden eksik kalmaz. Mevcut sistemle bunu sağlamak çok zor. Fakat benim ütopyamdaki sistem yeryüzündeki istisnasız her insana hak, hukuk, adalet ve eşitlik sağlıyor. Nasıl mı? Elbette geliştirilebilir ama kabaca tarif etmek gerekirse, istisnasız tüm ülkeleri kapsayan ve uyulmadığı takdirde çok ciddi yaptırımları olan kurallar konulmalı. Bu kuralları denetleyen, ülkeler üstü bir yasama, yürütme, yargı sistemi bulunmalı. Bahsettiğim şey Birleşmiş Milletler’i andırsa da, ondan farklı. Meselesi din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın insan olan, insanı insanca yaşatmak için her türlü mağduriyetin engellenmesini sağlayan, dolayısıyla her ülkeye eşit mesafede duran, herhangi bir yanlılık barındırmayan, temelinden tepesine eşitlik, adalet, hak ve hukuk değerlerini katı kurallar çerçevesinde sürdüren bir yapı bu. Bu yapının ekonomik alandaki temel görevlerinden bazıları bence şunlar olabilir: Sebebi ne olursa olsun çalışamayan insanlara en düşük maaş olan işsizlik maaşı bağlanması, herhangi bir iş alanında çalışan maaşının işsizlik maaşının 2 katından başlaması, en yüksek mevkiide çalışan maaşının en düşük mevkiide çalışan maaşının en fazla 5 katı olması. İhtiyaç dahilinde her çocuk başına gelir-gider hesapları yapılarak belirlenen miktarda ebeveynlik destek geliri sağlanması vb.

Dünya çapında her ülkede geçerli olması zorunlu bu politikalarla çalışanların emeklerinin suistimal edilmeden karşılık bulacağı, dezavantajlı durumda olup işsiz kalanların hiçbir şekilde mağdur olmayacağı, en yoksul ile en zengin iki kişinin arasında gelir uçurumunun bulunmayacağı, herkesin beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim gibi temel gereksinimlerini eksiksiz yerine getirebileceği, “Yarınım ne olacak? Ayın sonunu nasıl getireceğim?” derdinin sonlanacağı, dolayısıyla finansal yardım kavramının ortadan tamamen kalkacağı bir yaşam alanı olacak yeryüzü. İşte bu benim ütopyam. Belki bir gün… güç başı döndürmeyi bırakıp da insan ölümlü bir yaratık olduğunu hatırlayıp kendine gelirse, özünü bilip de hırslarını silip süpürürse, benim ütüpyam hepimizin dünyası olur. Kim bilir…