MEYVE MİYİZ?

İnsan ne kadar yaşarsa o kadar mı büyür? Ya da insan ne kadar büyürse o kadar mı olgunlaşır? Aslında bazen bazı insan kendisini meyveye benzetiyor, sanıyorum. Çünkü meyve yaşadıkça büyür, büyüdükçe olgunlaşır. Ama insan öyle değildir temelde. İnsanların anlama, öğrenme, algılama, duygulanma diye çeşitlendirebileceğimiz özellikleri vardır. İnsan, yaşadığı kadar değil, anladığı, öğrendiği, duygulandığı kadar olgunlaşır. Olgunluk da bir insanı büyüten asıl etkendir. Yani insan önce olgunlaşır. Olgunlaşmak da büyümeyi beraberinde getirir. İnsan ne kadar yaşarsa o kadar büyür kısmı sadece bedeni ilgilendirir. Evet, ne kadar yaşarsak o kadar büyür ve değişir bedenimiz. Fakat bazen insanın içi dışına uymaz. Minicik bir algı dünyasında yaşayan biri, yaşı kaç olursa olsun küçüktür. Ama algıları açık, duygulu, bilgiye aç, öğrenmeye ve kendisini geliştirmeye açık bir insan da, yaşı kaç olursa olsun büyüktür. Çünkü yüreği olgundur. Bazen insanların yaşı gereği başkalarından büyük olması sebebiyle kendisini daha saygıdeğer ve bilgili gördüğünü gözlemliyorum. Oysa kendisinden küçük olanların iç dünyasındakiler, yani iç yaşı gereği onlar daha büyüktür. Hâl böyle olunca, insan insanla yaş olarak kıyaslanmamalı. Konu büyük-küçük olmak ise, önceliğimiz dışımız değil, içimizdir. Çünkü meyvenin iç dünyası yoktur ve o, sadece dıştan ibarettir ama insan böyle değildir. İnsan, iç dünyasını beslediği, büyüttüğü kadar insandır ve ancak onunla saygınlık kazanabilir.

SÖZCÜĞÜN ÖZÜNE, ÖZGÜNLÜĞÜNE TUTUNMAK

Kelimeler çok önemli, o kadar önemli ki, dilimizi oluşturan kıymetli yapı taşı her tanesi. Sözcükler birbiri ardına sıralanır, bir dil oluşturur ve o dil konuşuldukça, konuşanların kimliğine, kişiliğine işler. Sözler özleri yansıtır. Sözünü kaybeden, özünü de kaybeder. Kişiler de toplumları oluşturur. Toplumlar ortak dille iletişim kurarken milletler oluşur. Milletten veya milletlerden de devletler kurulur. Bir devletin, milletin dili, o sebepledir ki çok özeldir. Deforme edilirse tıpkı özenle yapılan bir dondurmanın eriyip bulamaca dönmesi gibi, o da erir ve ne olduğu belirsiz bir bulamaç şeklini alıverir. Dilimizi korumazsak, onu doğru konuşup yazıya da doğru aktarmazsak ve kelimelerin ifade ettiği anlamları değiştirip saptırarak, bambaşka gereksiz ifadeler oluşturursak, dilimize büyük darbeler indirmiş oluruz. Bakıyorum da, her dönemin gençlerinde, ergenlerinde yeni kalıplar kullanılıp duruyor. Mesela “atar yapmak” diye bir kalıp yoktu yıllar önce ama şimdi ben dahil herkesin dilinde. Onun yerine “sinirlenmek, tepkisel olmak” denilebilir pekâlâ. Mesela en son çıkan bir lâf var. Düşmek. Yeni kullanımdaki yeri, sevmek, hayran olmak olsa gerek. Ben de tam bilmiyorum ama o anlamda kullanıldığını düşünüyorum. Bir fotoğrafın altına yazılan yorumlara bakmıştım bir gün. Alt alta “Düştümm” yazıyor herkes. Şok geçirdim. İlk olarak “hı? Düşmek?” diyerek şaşırdım. Mesela bir de şöyle bir ifade var: “Ayşe’nin saçının rengine düşmeyen de ne biliyim” Yeni yeni saçma sapan kalıplar! Ben hiçbir zaman türetilen saçma ifadeleri dilime taşımadım ve hep olması gereken Türkçe ifadeler ile konuştum. Keşke herkes önem verse dilimize, onun özgün çizgisini korusa, bunu önemsese ve buna emek verebilse….

SESSİZ NOTALARIN FISILTISI

Herkesin bir hikâyesi, kusuru, kaygısı, hüznü, zorlukları, gizledikleri, açlık çektikleri vardır bu hayatta. Kimse mükemmel değildir, olamaz da. Farklı bedenlere bürünen bambaşka ruhların çınlattıkları kendince kendine anlamlı notalar vardır. Bu notaları içten içten söylerler ama duyulması zordur. Çünkü onları sadece katılşıksızca dinleyen duyar. Ruha ruh saflığıyla değmeyenin ruhunda yara olanları anlaması imkansızdır. Yara, tendeyken acıtır ama ruhun yarası bambaşkadır. Ve şöyle ki, aslında yarasız ruhun sayısı da çok değil sanki. Beden iyi bir kamuflajdır buna zira. Saklar yaraları, eksik ihtiyaçları. Ağız konuşmak, anlaşmak işlevini görür bedende ama görmeye yarayan gözler, iyi bakmayı bilene çok şey söyler. Gözün dili yoktur, ifadesi vardır. O da ruhun göze aktarımıdır. Ağız güler de, göz, ruh gerçekten mutlu değilse gülmez nihayetinde.

DÖNGÜNÜN RÜZGÂRI

Hayatın dinamiğinde evrilir insan. Dünü bugününe, bugünü yarınına uymaz. Gecesi gündüzünden, gündüzü gecesinden farklıdır. Gün geçtikçe çemberinden geçtiği her duyguyla, her deneyimle değişir insan. Değiştikçe belki de kendi özüne yaklaşır. Hayatın rüzgârları onun ham hâline savura savura özüne ulaştırır. Başımıza gelen her şeyin belki de bir sebebi var. Ve eğer bir şey, sebebine hizmet etmek için doğuyorsa, o şey bittiğinde sebebini de gerçekleştirmiş demektir. İnsanoğlu olmak kolay değil. Acısıyla, tatlısıyla, korkusuyla, kaygısıyla, sevinciyle, neşesiyle sınandığımız ve sınandıkça olgunlaştığımız bir döngünün içindeyiz hepimiz. Döngünün eline teslim, o ellerin etkisiyle şekillenen birer hamur gibiyiz her birimiz. Hamurumuz döndükçe, o eller bize etki ettikçe şeklimizi bulacağız ve o şekille bu dünyaya iz bırakacağız.