DOĞUM GÜNÜ VE DAHASI

“Bunu düşünmek için çok gençsin.” diyorlar bana birkaç yıldır. “Yaşla değil, bakış açısıyla, hayata ve hayatın içindeki herkese, her şeye karşı öznel yaklaşımla ilgili bir durum bu.” diye açıklıyorum ben de. Eskiden farklıydım bu konuda. Zamanla evrildim bu konuma. Beni kutlamak için aramayanları kara listeye sokardım çocukluğumda. Beni seven ve önemseyen insan, bu özel ve güzel günü tebrik etmeliydi mutlaka. Fakat sonra ne olduysa oldu ve ben bir şekilde önce kendi gözümde başka bir yer edindim. Kendimle arama mesafe girdi. Aslında daha da ötesi, hayatla aram açıldı. Bir kavgadır başladı. O gün itibarıyla kutlanmak ve kutlamak isteği temelli sıfırlandı. Şimdi, içimde tüm nedenler iç içe geçip bir bütün oluşturuyor. “Doğmaz olsaydım dediğim bir hayatta neden doğumumu kutlayayım?” düşüncesi en baskın sebep oldu. Diğerleri, bu sebebin etrafında toplandı. İnsanın insana verdiği değer ve insan olmanın noksanları kaktüs gibi dikenli bir biçime büründü. Sevgi anlamını yitirdi, kelimeler sıradanlaştı, hareketler donuklaştı, içtenlik, yerini görevmiş gibi davranmaya bıraktı. Hâl böyle olunca benim de özüm, özü bozulmuş yaklaşımlarla çatıştı. Nihayetinde kutlamaları nihayetlendirip noktayı koydum. O nokta kendisini korur mu, yoksa zamanla eğrilip bükülerek virgüle evrilir de ben kutlamaya karşı esner miyim, orası meçhûl. Ama ben doğduğuma şükrettirecek hiçbir insan tanımıyorum, hiçbir yaşam alanı bilmiyorum. Bu sebeple çevremdeki küçük topluluğun da doğum günümü kutlamasını kısıtlıyorum ve o gün âdeta üstümde yük hissedip “bitse de gitsek” moduna giriyorum. O gün, bugün. Bugün benim doğum günüm.

Öte yandan, son yıllarda özel günlerin tamamına karşı yaklaşımım da önemli ölçüde değişti. Benim için günlerin hepsi her anlamda her zaman özeldir. Hiçbir gün bir diğerinden farklı özelliğe ve anlama sahip değildir. Daha doğrusu, her gün birbirinin aynısı gibi geçip giderken, aradaki bazı günlerin diğerlerinden ayrılıp özel anlamlar kazanması, bana gereksiz, yersiz ve saçma gelir. Çünkü bazı değerleri benimsemek, anımsamak ve vurgulamak için herhangi bir günün özel seçilmesi, o değerin insanlarca ne kadar geri plana atılmış olduğunun acı bir belirtisi aslında. Oysa her gün her değerin bilincinde olarak geçmeli ki, insanlar birbirleriyle sevgi, saygı, özen, önem çerçevesinde huzurla yaşayabilsinler. Bu sebeple benim için Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Dünya Kız Çocukları Günü, Dünya Engelliler Günü vs diye uzayıp giden tüm günler anlamsızdır. Çünkü aslında her gün aynı duyguları, düşünceleri, davranışları sırtlanır, hiçbir gün diğerinden daha fazla veya daha az anlam taşımaz.

BAM YERİ

Herkesin kendi mücadelesi ve yarası var bu hayatta. Olmayanı oldurabilmek veya olduramadığına alışmak için çaba harcadığı bir acısı var. O acı, temas edildiğinde kendisini kağıt kesiği gibi yakıcı bir hisle bağırır. İşte, orası insanın bam yeri. Gözyaşımız, mücadelemiz, çabamız, yaramız. Hep orada en hassasız.

Öyle kusursuz yaşamlar var ki etrafta. Allı güllü, pullu payetli. Ama o pulların ardında, güllerin arasında bir tarafta gizleniyor bam yeri. Ancak deşilince gösteriyor kendisini. Kimisi de açıkça belli ediyor orayı, anlatıyor gelene geçene ve kulak verene. Sakınmıyor, paylaşıyor yaşamın içinde payına düşen sızısını. Bazen insanlar bu sızılarla kardeş, yoldaş oluyorlar birbiriyle, bir sürü yürek bağ kuruyor ortak bir bam yerinde. Birlikteliğin, benzerliğin, ortak paydaşlığın gücüyle şifalanıyor. Kimisi ise kendisinden bile saklıyor, unutmaya çalışıyor. Hatırladıkça elini yakmış da yanan kısmı bir yere çarpmışçasına sızılı bir acı saplanıyor kalbine. Onu savuşturmaya gayret ediyor ve zihninden sıyırıp attığını düşündükçe hafiflediğini hissediyor. Ne zaman ki bir şekilde orası açığa çıkıyor, çığlık atıyor.

Herkesin en hassas olduğu o yer, hep içten içe çığlık atar. İnsan bu çığlığı en iyi kendisi duyar. Bazen o çığlığı duyar ve susar. Bazen ise o çığlığa kendi çığlığını da katıp haykırır. İnsan bazen bam yerinde öğrenip bulur hayata tutunma kuvvetini, bazen ise tam da orada kaybeder mecalini. Yeri gelir şükretmeyi, yeri gelir küfretmeyi öğretir hayat insana bam yerinde. Ayrı ayrı insanlarken birleşip bütün olmayı da, birlikte bütün olunduğu sanılan insanlardan ayrılmayı da bu bam yerinde yaşar insan. Ayrışmak, bam yerindeki çığlığın duyulmamasından; birleşmek o çığlığın duyulup şefkatle sarmalanmasından kaynaklanır. İnsanlardan bam yerini sökebilsek, acaba geriye hangi hayat deneyimleri, yaşama biçimleri ve duygular kalır?

YA HER ŞEY BİR YANILGIYSA?

Neye inanmalıyız? Hangi bilginin doğruluğuna emin olabiliriz? Gerçek dediğimiz şey nedir ve bir gerçek ne kadar evrensel olabilir? Bu soruların içimde sayfalarca meseleler tetiklemesi bile bir doğru bence. Kime göre neye göre doğru? Bana ve hissime göre doğru. Ama bir başkasına sadece saçmalık gelebilir. O da onun doğrusu. Doğru ve gerçek karşılaştırması var ki, o da beynimi kurcalıyor. “Doğru tek midir?” sorusuna kesin bir “evet” derdim eskiden. Ancak artık “Herkesin kendi doğrusu var” diyen bir düşünce yapısına büründü zihnim. Bana bakan yanı siyah, karşıya bakan yanı beyaz olan bir kupa konsa masaya, bana ve karşımdaki kişiye kupanın rengi sorulsa ben siyah, derim; karşımdaki ise beyaz… peki ikimizin yanıtı doğru mu? Kupa aynı kupa ama biz farklı renkler söylüyoruz. Ya birimiz yanlış söylüyorsak? Ama hayır, kendi bakış açılarımızdan gördüğümüzün ışığında doğruları söylüyoruz. İşte bu noktada hayatın içinde “Doğru göreceli midir?” sorusu yankılanmaya başlıyor. Bence doğru net ve tek olur… du. Ama şimdi daha çeşitli ve geniş bir açıdan değerlendiriyorum doğruyu. Sınırsız koşullar silsilesinde herkesi ve her şeyi kapsayan yegâne bir doğru bulmak ve bunun varlığına körü körüne bağlı kalmak asıl durumu gözardı etmek olabilir. Bu bağlamda, koşullar, kişiler ve özneler küçük alanlarla kategorize edilip belli çerçeveler içinde değerlendirildiğinde, doğru yanlış ayrımına çok daha net ulaşılabilir. Örneğin, biri çalışıp para kazanmak varken, geçimini hırsızlık yaparak sağlamayı seçiyorsa ve karşılığında ceza alıyorsa, bu ceza doğrudur. Çünkü ortada bir suç vardır ve suçun cezalandırılması gerekir. O cezanın hafiflik-ağırlık derecesi ise herkesin fikir süzgecinden geçerek doğru-yanlış olarak düşünülebilir. Diyelim, kişi 5 yıl hapis cezası aldıysa, bana göre bu doğru bir ceza olabilecekken, bir başkası için 10 yıldan az veya 2 yıldan fazla olan ceza yanlıştır. Bu da insanların durumları kendi zihinlerinde biçimlendirme, algılama, duygusal ve mantıksal açıdan belli bir yere konumlandırma şekline göre farklılık gösterir.

Gerçek ise bambaşka bir mevzu. Çok güzel saptırılabilir, manipülasyona açıktır. Bazen gerçek dediğimiz her şeyin birer illüzyondan ibaret olduğu fikri aklımdan geçmiyor değil. Kendi kendimde gerçeklik durumunun kolaylıkla sarsılabilen sallantılı bir zemine kurulu olduğunu birçok kez hissettim. Örneğin, martıların sesleri çok çeşitlidir. Kimi zaman bebek ağlaması, kimi zaman kedi miyavlaması ve dahası pek çok sese benzetilebilir. Ben bir keresinde martının sesini duyup “bebek ağlıyor” diye düşündüm. Benim için gerçek, bebeğin ağlamasıydı. Oysa hayır, ortada öyle bir gerçek yoktu. Bu benim algımın oyunuydu, bir çeşit imgelemdi. Yani, algımdaki mevcut verilerin tetiklenip zihnimde bir hayal inşa edip bunu gerçek bellemesiydi. Verdiğim örnek göz önüne alındığında, eğer biri bana dışarıdan gelen sesin ne olduğunu sorsaydı, benden “Bebek ağlıyor.” yanıtını alacaktı, o da belki başkalarına bu bilgiyi yayacaktı. Ve bir sürü insan aslında sadece bana “öyleymiş gibi gelen” bir bilgiyi gerçek sayacaktı. Olmayan bir gerçeğe kesin gözüyle inanacaktı.

ANLAŞTIK MI?

Kendine mecburiyet yüklemenin hasta ettiğini deneyimleyen onca insanın bunca yaşanmışlıklarını hiçe sayarcasına nasıl da yük bindiriyorsun kendi omuzlarına ey insan? İçinin sesi neden kulağını ve beynini teğet geçiyor? Kalbinin cümleleri sana neden ulaşmıyor? Yapma. Bir şeyler canını tırmalıyorsa, o tırmık acısından uzak tut kendini. Senin şu hayattaki asıl mecburiyetin kendi keyfinin emirlerine uymak. Tadını kaçıran, sana külfet olan, içini daraltan, sana görev gibi gelen her şeyden topuklayarak uzaklaş. Bulunduğun yerde mutlu hissetmeni sağlayan ne varsa ona kucak aç. Gerisi inan ki hiç. Meselâ… uzun zamandır İstanbul’da gezmeye gitmiyorum. İki yerim vardı birkaç kere gittiğim. Ama onlara da gitmez oldum. Boşuna değil. Haklı sebeplerim var. Hem şehrin bazı dayatmaları hem de kendi kişisel birtakım durumlarım sebebiyle elimi eteğimi çektim şehirden. Her adımı, her alanı yük oldu bana şehrin. Ürkütücü ve yıpratıcı. Büsbütün yorucu. Öyle yoruyor ki, keyfini çıkarmak, mümkünsüzlük deryasında dans ediyor. Uygun koşullar dahilinde keyif aldığım yere en son gidişimin dönüşü ne fenaydı… kafam uğulduyordu, başım dönüyordu. Devasa bir gürültü bulutunun içindeydim çünkü. O günden sonra hiç gitmedim bir daha oraya. Daha da gitmeye niyetli değilim. Bir de anlam ve etki yetersizliği hissediyorum. Mekânların bendeki izi hep değişiyor, zaman zaman çekici olurken, zaman zaman cazibesini yitiriyor. Cazibesi önce tül perdenin ardında, bir sis yumağının kucağında kaldı İstanbul’un. Sanırım artık koca bir kalın perde yuttu cazibesini, artık ulaşılamıyor o albeniye. Şehrin ve benim özel durumlarımızın ötesinde, ülke şartları da ket vuruyor her türlü aktiviteye. Şöyle alıp başımı gideyim de böyle gezinti alemine dalayım diyebilmek de lüks oldu. Ülkece lüks algımız değişti, ayarlarımız şaştı. Eh, bize de üstümüze her türlü yük olacak her şeyden elimizden geldiğince kaçmak kaldı. Demem o ki, kendi başına mecburiyet çorabı örmeyi değil, yüreğinin huzur içinde nefes alacağı alanı açmayı esas işi bellemeli insan. Anlaştık mı?

“BANA NE?” DİYEBİLME SANATI

Türk Dil Kurumu yeni değişiklikler yapmış. Küçük bir kısmını sosyal medyada görerek durumdan haberdar oldum. Dehşete düştüm. Dilin matematiği, kelimelerin mantığı hiçe sayılmış. Gündelik yaşamda yaygınlaşan kullanımlar doğru kabul edilir olmuş. Bunun onaylanabilir bir yanı yok. Hâliyle görür görmez kan beynime sıçradı. Ayak tırnağımdan saç telime kadar sinir dalgası sardı beni. Türkçe benim aşkım, sevdam, değerlim. Kendimi bildim bileli hep en doğru ve en iyi şekilde yazılsın, konuşulsun istedim. Sürekli araya karıştırılan İngilizce kelimelere ne kadar sinir olup kafama takardım ortaokul ve lise dönemlerimde. Hatta ortaokul sondayken dershanedeki Türkçe öğretmenimize kök söktürürdüm “Şu kelime Türkçe kökenli mi, yabancı kökenli mi?” diye. Örneğin “ihtiyaç” yerine Türkçe olan “gereksinim”in kullanılmasını isterdim ve buna özen gösterirdim. Türkçe, kendi benliğini en sağlam ve ışıklı şekilde sürdürmeliydi. Türkçesi varken bir şeyi yabancı kelimeyle ifade etmek dile ihanetti, büyük bir darbeydi. Sonra, yabancı dil serpiştirilmeden tam anlamıyla Türkçe konuşulmasının ve yazılmasının kocaman bir ütopya olduğunu anladım. Bunu değiştirmeye gücümün yetmeyeceğini fark ettim, kelimeleri ve kökenleri umursamayı bıraktım. Kim ne kadar yabancı dil konuşmak istiyorsa konuşsun, tek ve etkisiz biri olarak benim bununla mücadele edecek takatim yok, dedim. Bunu deyince üstümden bir yük kalktı. Ruhumun bu konudaki sıkışıklığı arındı, ferahladım. Şimdi ise, TDK’nın son değişiklerini gördükten sonraki sinir dalgası etkisini yitirince “Aman bana ne? Ben mi yaşatacağım sanki Türkçeyi? Kaliteli üniversitelerden mezun onca insan dahil birçok kişi ortaokul seviyesindeki eklerin ve bağlaçların yazımını öğrenememiş ve uygulayamıyor, ben nasıl bu halkın doğru yönlendirilmesini sağlayabilirim ki? Çektiğim psikolojik sıkıntıyla kalırım. Değmez.” dedim. Bir hafifledim, bir hafifledim, sormayın. Meğer insanın her şeyi dert etmeden yaşaması ne büyük lüksmüş. Duyarlı olmayan, hayatta idealleri ve meseleleri olmayan insanlar o yüzden bu kadar mutlular demek ki. Açıkçası böyle duyarlı ama mutsuz biri mi yoksa duyarsız ama mutlu biri mi olmak istersin diye sorsalar… gerçi ben yine de duyarsız olmak istemem çünkü insan olmak demek duyarlı olmak demektir benim için. Fakat yine de “Bana ne ya?” diyebilmek çok hafifletiyormuş ve sıkıntıları sağaltıyormuş. Şimdi yeni bir hedefim var. “ ‘Bana ne?’ diyebilme sanatı”nı icra etmeyi öğreneceğim. Hadi bana kolay gelsin.

KENDİNE ONAY VERMEK

Yapılacaklar, edilecekler ve yapılamamışlar, edilememişler listesi uzayıp gidiyor önümde. Neleri ne zaman nasıl yapmalıyım, bilemiyorum. Zihnimde anlam algısı silikleşiyor zaman zaman. Her şeyin hallaç pamuğuna dönüştüğünü hissettiğim anlar sıklaşıyor.

Hayatıma baktığımda silik bir silüet görüyorum. Kendisini her şeyin dışında, kendi konfor alanında bırakmış, yalnız ve özgün bir kız. Özgürlüğünü duyumsadığı yerlere özgürce ve özgünce koşan, kendini kendisiyle onaran bir kız.

Söz konusu kıyasa gelince çoğu kişi için ne kadar sıkıcı bir hayatım var aslında. Gücünü durmaktan alan, stabil bir yaşam. Bu bana kendi yapımın bir diktesi esasında. Bu benim seçimim değil, biçimim. Seçim ile biçim farklı şeyler sonuçta. Kendi biçimimde yaşarken hem “Oh be!” hem “Of be!” diyorum. Kendimden memnuniyet seviyem biçimimin aksine, hayli devinimli. Fakat şunu gözlemledim ki, ne olursa olsun tenkit etmeyi bir kenara bırakıp kendime şefkat gösterdiğimde, aynaya bakınca kaşlarımı çatmak yerine gülümsediğimde kendimi daha tamamlanmış, daha mutlu, daha özgür hissediyorum. Böyle anlarda şunu fark ediyorum, sanırım bu hayatta ben en çok kendi onayıma ihtiyaç duyuyorum❤️

BENİM ÜTOPYAM

Dünyanın çarpılmış düzensizliğinde can yakıcı bir nokta var. Para. Yokluğu derin sefalet, varlığı bol bol sefa. Sefa ve sefalet arasındaki üç harfte gizli var-yok denklemi. Dünya kaynakları sınırlı, insanın talebi sınırsız. Sınırlıyı sınırsıza yetiştirme döngüsünde kimilerine hiç pay kalmıyor, kimilerine devasa pay düşüyor ve işte bu uçurumda insanlık ölüyor. Bir yanda özel jetler, yatlar, ultra lüks araba koleksiyonları, birbirinden lüks birçok ev, odalar dolusu hepsi dünya markası giysiler, ayakkabılar, aksesuarlar, çantalar, saatler, mücevherler, evde çalışan hizmetçiler, en pahalı restoranlar, en pahalı tatiller ile donatılmış bol bereketli hayatlar, hiçbir şeyin fiyatını umursama zorunluluğu olmadan, her şeye kolaylıkla sahip olarak yaşayan insanlar. Bir yanda o insanların garsona bahşiş diye verdikleri paranın belki yarısı, hatta çeyreği tutarında maaş için bir ay boyunca delicesine çalışıp ailesini geçindiren insanlar. Bir diğer yanda günlerini bir kuru ekmekle geçiren, hayatı boyunca bir lokma hamburger, çikolata hatta peynir-zeytin yiyememiş, parası yetip de deniz görmemiş, tenine deniz suyu değmemiş, ömrü betonun, kerpiçin arasında, toprak içinde geçmiş insanlar. Geçim derdinden başı sıkışa sıkışa canını taşıyacak hâl bulamayıp kendi canına kıyanlarla; parasını nereye saçacağını şaşıranlar aynı atmosferi aynı anda paylaşıyorlar.

Aslında her şey bambaşka olmalıydı, sistemi bozup yeniden inşa edebilmek keşke mümkün olsaydı. Hoş, hayatta her an her şey olabilir, nice nesil göremeyebilir belki ama nihayetinde sistemin iyisi hâkim hâle gelebilir. Bilemem. Ama tüm kalbimle dileyebilirim. “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz. Biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk. O yüzden anlaşamıyoruz.” demiş Victor Hugo. İçimdeki fırtınayı tek cümleye öyle güzel sığdırmış ki… eğer bir yanda çok zenginlik, diğer yanda çok fakirlik varsa, bunun sebebi hak, hukuk, adalet, eşitlik kavramlarının yokluğudur, dışlanmasıdır. Empedokles’e göre evrenin özünü dört madde oluşturur: Su, hava, ateş, toprak. Bana göre de insanca yaşamanın özünü dört madde oluşturur: Hak, hukuk, adalet, eşitlik. Bu dört temel maddenin birinde bile en ufak araz çıksa denge şaşar. Oysa dünyada bu maddelerin hiçbiri tam anlamıyla yok. Aralara serpiştirilmiş gibi dursa da, hak da, hukuk da, adalet de, eşitlik de hep gücü elinde tutanların isteklerine göre şekilleniyor. Oysa bunlar şekillendirilebilecek şeyler değil. Aksine, insanlar, kurumlar, kuruluşlar, devletler ve uluslararası ilişkiler bu dört kavrama göre kendilerini şekillendirmeli. Yani sözün özü, bu konuda dünya tersine dönmeli.

Dünya kaynaklarının insanın taleplerini karşılamak için fazla sınırlı olduğu sanılsa da, doğru yönetildiğinde bu dünyanın her şeyi her insana gayet yeter. Bir yerde kıtlık varsa başka yerde fazla bolluk olduğu içindir. Oysa eşitçe dağılım yapılsa kimse hiçbir şeyden eksik kalmaz. Mevcut sistemle bunu sağlamak çok zor. Fakat benim ütopyamdaki sistem yeryüzündeki istisnasız her insana hak, hukuk, adalet ve eşitlik sağlıyor. Nasıl mı? Elbette geliştirilebilir ama kabaca tarif etmek gerekirse, istisnasız tüm ülkeleri kapsayan ve uyulmadığı takdirde çok ciddi yaptırımları olan kurallar konulmalı. Bu kuralları denetleyen, ülkeler üstü bir yasama, yürütme, yargı sistemi bulunmalı. Bahsettiğim şey Birleşmiş Milletler’i andırsa da, ondan farklı. Meselesi din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın insan olan, insanı insanca yaşatmak için her türlü mağduriyetin engellenmesini sağlayan, dolayısıyla her ülkeye eşit mesafede duran, herhangi bir yanlılık barındırmayan, temelinden tepesine eşitlik, adalet, hak ve hukuk değerlerini katı kurallar çerçevesinde sürdüren bir yapı bu. Bu yapının ekonomik alandaki temel görevlerinden bazıları bence şunlar olabilir: Sebebi ne olursa olsun çalışamayan insanlara en düşük maaş olan işsizlik maaşı bağlanması, herhangi bir iş alanında çalışan maaşının işsizlik maaşının 2 katından başlaması, en yüksek mevkiide çalışan maaşının en düşük mevkiide çalışan maaşının en fazla 5 katı olması. İhtiyaç dahilinde her çocuk başına gelir-gider hesapları yapılarak belirlenen miktarda ebeveynlik destek geliri sağlanması vb.

Dünya çapında her ülkede geçerli olması zorunlu bu politikalarla çalışanların emeklerinin suistimal edilmeden karşılık bulacağı, dezavantajlı durumda olup işsiz kalanların hiçbir şekilde mağdur olmayacağı, en yoksul ile en zengin iki kişinin arasında gelir uçurumunun bulunmayacağı, herkesin beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim gibi temel gereksinimlerini eksiksiz yerine getirebileceği, “Yarınım ne olacak? Ayın sonunu nasıl getireceğim?” derdinin sonlanacağı, dolayısıyla finansal yardım kavramının ortadan tamamen kalkacağı bir yaşam alanı olacak yeryüzü. İşte bu benim ütopyam. Belki bir gün… güç başı döndürmeyi bırakıp da insan ölümlü bir yaratık olduğunu hatırlayıp kendine gelirse, özünü bilip de hırslarını silip süpürürse, benim ütüpyam hepimizin dünyası olur. Kim bilir…

DUYGULARIN RENGİ

Bulutların arasından gülümseyen güneşin tatlı sıcaklığı öpsün yüzümüzü. Yakmasın, acıtmasın güneş. Isıtsın ve ışıtsın sadece. Dört mevsimi yaşarken çeşitlenen doğadan ilham alsın insanlık. Beyazına, yeşiline, sarısına, mavisine, saygıyla, sevgiyle selam etsin.

Duyguların renkleri olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyorum. Yalnızca hissediyorum. Hüznüm gridir benim, umutsuzluğum füme, hayal kırıklığım vizon, üzüntüm, korkum, kaygım, sinirim ise siyah. Mutluluğum toz pembe, neşem, sevincim yeşil, umudum hem mavi hem beyaz, keyfim fuşya, tutkum ise kırmızı. Sevinçle, neşeyle dolduğumda ruhumun dalları iri, yemyeşil yapraklarla bezenir. Üzüntü bulutlarımın karası göğümü örtünce, o yeşil yapraklar dökülür, dallarım çıplak kalır, cılızlaşır, kurur, kararır. Tutkum, günbatımının kızılına boyar içimi. Hayata kucak açarım yüzümde al güllerle. Umudum gökyüzüdür, masmavi ve bembeyazdır pamuklar gibi. Öyle ya, insan doğadan, dünyadan alır yaşam deneyimini. Baktığı pencerede ne görüyorsa, onunla işler benliğini. Çiçek görüyorsa çiçeği, ateş görüyorsa ateşi koyar hayatının temeline. İnsan çiçek içinde büyüyorsa çiçek dikmeyi, ateş içinde büyüyorsa ateş saçmayı öğrenir. Öğrendiği de ömrüne ve çevresine yayılır. Ömrümüz, önümüz hep çiçekle, güneşle, aydınlıkla, bereketle dolsun. ❤️

14 Ekim 2022

NASIL AMA?

Boğazın kenarında oturup elimi yüzüme yaklaştırdım. Perspektiften ötürü ötede kalan kocaman boğaz, gözümün hemen önündeki parmağımın ucu kadardı. Parmağımı bir kitabın sayfasını çevirir gibi, boğazın üzerinde gezdirdiğimi düşledim. Suların parmağımın ucunda çalkalandığını, martıların gelip geçerken elime çarptığını; sonra, çay karıştırır gibi, parmağımı suya daldırıp, boğazın dibinden başlayarak yüzeyine kadar daireler çizdiğimi, tüm deniz canlılarının, kayalıkların, atıkların, kısacası her şeyin tıpkı o çay bardağının dibinde kalan çay tortusu gibi zerrecikler halinde parmağımın ucunda biriktiğini düşündüm. O devasa elimi açtım, denizden avucuma su doldurmak gibi, bütün boğazı avuçladım. Su, içindeki her şeyle avcuma dolarken, vapurlar, tekneler, gemiler aradan sızıp kaçıştı ve her şeyiyle çekilmiş boğazın çorak zeminine çakıldı. Bütün su, suyun altında yaşayan canlılar ve gökte uçan kuşlar aynı yerde, avcumun içinde buluşmuştu. Sonra, elim gitti zihnimden. Her şey yerli yerine döndü. Bu sefer de, İstanbul büyüklüğünde insan suretine benzer bir yaratık göründü gökte. Devasa dilini çıkardı ve tüm şehri yaladı. Boğaz çalkalandı, dalgalandı, deniz taşıtları devrildi, battı. Üç boğaz köprüsü yamulup sürüklendi. Binalar, Aya Sofya, Kız Kulesi, Galata Kulesi, Ortaköy Camii, Sultan Ahmet Camii, Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, tüm camiler, saraylar, yalılar, villalar, apartmanlar sarsıldı. İnsanlar bulundukları yerde kaydılar, sokaktaki herkes, kuşuyla, insanıyla, köpeğiyle, kedisiyle birlikte o dil darbesinin etkisiyle öbek öbek toplaştı. Yaratık, tek seferde yalayıp dağıttığı İstanbul’u içine çekti ve yuttu. İstanbul, her şeyiyle, içinde yaşayan her canlısıyla, tüm insan nüfusuyla yaratığın midesine indi. Biz bir yaratığın midesinde nefes almaya, yeniden düzen kurup hayatımıza devam ettik. Buradan yola çıkarak, o yaratık dünyanın ta kendisi oldu zihnimde. Madem biz bir yaratığın midesinde yaşantımıza bir şekilde devam ediyoruz, o zaman hâl-i hazırda süregelen yaşamımızın mekânı olan dünya, aslında o yaratığın midesi durumunda. Belki de o yaratık İstanbul büyüklüğünde değil, evren büyüklüğündedir ve dünya da onun midesidir. Nasıl ama?😄❤️

30 Eylül 2022

KENDİNE SAHİP ÇIKMAK

Bir gün küçük bir iş yerinin sahibine stajyerlik başvurusu için kendimi tanıtan güzel bir mesaj yollamıştım. Mesajımın beğenilmesi üzerine görüşmeye çağırılmıştım. Küçük hayatımın en eğitici anlarından biriydi belki de bu görüşme. Bana iş alanında nasıl bir yol izleyeceğime dair güzel bir ışık tuttu. Fakat öte yandan, kendimi nasıl konumlandırmam gerektiğine dair de çok önemli bir ipucu edindim. “Sen doğru dur, su akar, yolunu bulur.” dedim kendime. Bugün o görüşme gününe gittim zihnimde, karşımdaki kişiye ve kendime baktım üçüncü bir gözle.

Karşımdaki kişi, benim bir rahatsızlığımla ilgili akıl tutulması diye nitelendirilebilecek, şuursuzca bir hamle yaptı. Profesyonellikten ve insanlara nasıl davranılması gerektiğinden son derece habersiz kocaman bir topluluğa dahil olduğunu alenen gösterdi. Acınası bir durumdu bu onun için, üzülmüştüm ona. Bilinçsizlik bir çeşit zavallılıktır benim gözümde zira. Bilinçsiz olmak ve bundan zerre rahatsızlık duymamak, kendini geliştirmekten aciz olmanın imzası gibidir. Bilinçsizdi o kişi. Ama ben de kendimden bilinçsizdim açıkçası. Kendi çapımdan, edinimlerimden, gücümden habersiz, karşı tarafa karşı çekingen, kendine güvensiz bir hâldeydim. Gerçi hâldeydim değil, hâldeyim demeliyim çünkü ben hep öyleyim. İşte bugün bunun üzerine düşündüm, kendinin arkasında durmanın önemini vurguladım kendime.

“Z kuşağı” kavramı ve o kavram dahilindeki kişiler çerçevesinde çokça konuşuluyor, nice görüş bildiriliyor. Herkes her şeyde olduğu gibi “Z kuşağı” hususunda sanki bambaşka bir varlık türüymüş gibi yaklaşıp kendi bakış açısına yansıyanları dile getiriyor. Benim de bu tanıma dahil kişilerin görece ortak özelliklerine ilişkin olarak gözlemleyip kendime ders çıkardığım bir durum var ki, o da onların kendilerine güvenleri ve kendilerini pazarlama yetenekleri.

İnsan hayatın içinde bir yer edinebilmek ve söz sahibi olabilmek için kendisini pazarlar. İş hayatında, siyasette, insan ilişkilerinde kendini benimsetmenin ve sevdirmenin yolu kendinin buna ne kadar değer olduğunu ispatlamaktan geçer biraz da. İşte Z kuşağı bunu çok iyi beceriyor. Bir işte ne kadar iyi olduklarından bağımsız, insanları kendilerinin ne kadar iyi olduğuna inandırıyorlar. Birinin bir konuda ne kadar iyi olduğuyla, iyi olduğuna başkalarını ne kadar inandırabildiği bambaşka konular. İşte onlar, başkalarını kendi lehlerinde inandırma konusunda kabiliyetliler.

Bir de benim gibiler var. Kendi kazanımlarını, başarılarını ve becerilerini hiçe sayarcasına güvensiz yaklaşırlar kendilerine. Kendi artıları görünmez gözlerine. Hep karşılarındaki kişileri daha iyi, başarılı, zeki vs bulurlar sebepsizce. İşte temeldeki iki yanlış tüm çıplaklığıyla önümüzde. Benim gibi de Z kuşağı gibi de olmamalı insan. Bilgisizliğiyle, başarısızlığıyla, kendini yetiştirmemişliğiyle taban tabana zıt şişkin bir egoya ve tüm kazanımlarına, bilgisine ve çabasına rağmen kendine güvensizliğe kapılmamalı. Olmayanı var gibi, olanı da yok gibi algılamak ve algılatmak ne acı bir hata. Bu nedenle insan önce kendisini elinden gelen en iyi şekilde yetiştirmeli, zenginleştirmeli. Sonrasında tüm bunları sahiplenip kendini kendisinden azaltmadan, kendi çapını tüm algılarıyla kocaman kucaklayarak benimsemeli, benimsetmeli.

Veee kritik nokta: Doğruların izi! İnsan en çok kendi doğrularının izini kendi içinden geldiğince sürmeli. Yanlış bulduğu, onaylamadığı her şeye karşı dik bir reddediş gösterebilmeli. Neyi niye yanlış bulduğunu ve doğrusunun nasıl olması gerektiğini düşündüğünü açıkça ifade edebilmeli. “Aman ya kapı dışarı edilirsem?” diye yutulan her söz, kişinin kendisine hakarettir ve bunun yarası ömür boyu kalpte kalır. Oysa insan kendi doğrusundan şaşmazsa, bu doğru da iyinin, hayırlının yoluysa, hayat zaten mutlaka onu ödüllendirir. Susmadığı kelâmdan sebep bir kapı kapanırsa, konuştuğu için daha güzel kapılar açılır.

YANILGI

Anlar anılara dönüşürken neden tılsım tozuna bulanıyor, yaldızlanıyor ve pırlantanın açılarına ışık yansıdığındaki farklı farklı kaçamak pırıltılara koşuyor? İnsan geriye dönüp bakınca o güzelliğinden içinin gittiği ama yaşandığı anda hep olumsuzluklarıyla meşgul olduğu anların değerini bilmeden, onlara ihanet ederek yaşamış gibi hissediyor, bu yüzden kendisini suçluyor. Oysa hayır. İnsan acılarına bile üzerinden zaman geçince gülümseyebilen bir varlık. Yaşanan geride kaldıkça bize daha çekici geliyor. Hayatın zihnimize yaptığı bir illüzyon, bir şaşırtmaca bu. Ânın içindeyken hissettiğimiz duygular, dışına çıktığımızda kendisini kamufle edebiliyorsa, bu, onların olmadığı anlamına gelmiyor. Her deneyim, iziyle daima şuracıkta veya buracıkta kalıyor. Düşüncelerimizin ve duygularımızın sesleri, ışıkları birer su damlası gibi havada asılı duruyor. Zamanı eskidi diye varlığı silinmez ya, göz elbet yakınındakini en iyi algılayabiliyor, uzak mesafedeki her şeyi net seçemiyor. Ve net olmayan her şey, insanı yanılgılara sürüklüyor.

DEĞİŞME SANCISI

Hep bir kilit vurmuşum hayat yoluma. İncinmekten, örselenmekten, yorulmaktan, kırılmaktan, düşmekten, yaralanmaktan korkmuşum. Bu korku gün be gün artmış ve beni kıskacına almış. “İzin vermek” diye bir kavramım varmış benim kendi yolculuğumda kendimle ilgili. Ancak benim iznim olursa açıyorum içimdeki tüm isteği, çabayı, gayreti, sevgiyi, nefreti. Bir tek öfkeme gem vuramıyorum, izin mizin umursatamıyorum, bir geldi mi dört nala koşuyor, önünde arkasında ne var ne yoksa saçıp savuruyor.

Bugün izlediğim bir programda çok kıymetli bir tiyatro sanatçısı “Ben böyleyim, değişemem” lâfına olan hoşnutsuzluğunu ve itirazını dile getirdi. “Deniz yanlış yoldasın.” der gibiydi sözleri. Sonra yine “Ben pek umut vaat etmiyorum, neticede can çıkar, huy çıkmaz” yazarken buldum kendimi. Mıhlanıp kaldığım ve dört elle sarıldığım mevcut her şeyi silip atsak ve her şeye yeniden başlasak yok olurum gibi geliyor bana galiba. En basitinden, telefondaki veya herhangi bir uygulamadaki en ufak güncellemelere bile zor tahammül ederim yıllardan beri. “İyiydi eskisi, niye mahvettiniz ki?” diye az söylenmedim. Değişimi mahvolmayla mı özdeşleştirdim? Bu kadar mı zor ve imkansız görünüyor gözüme değişim?

Bakıyorum, çocukluğumdan beri tipim bile değişmemiş. Karakterimi ve tavrımı oluşturan yapıtaşları birebir aynı. İnsanlar aylar içinde evrim geçirebiliyorlarken ben daima sabit olmayı sevdim ve seçtim. Sonra bazı yerlerde elzem değişikliklere muhtaç oldum. Hücrelerim değişikliği reddetmişçesine, aynı kalmanın konforuna öyle bir bağımlı olmuşum ki, değişim rüzgârında savrulmanın emeğini sarf edecek gücü toplayamamışım içimde. Oysa akan hayatta aynı kalmak, değişmekten çok daha yıpratıcı ve zordur belki de. Bu da benim sınavlarımdan yalnızca biri işte.