SONSUZ RENKLER YELPAZESİ

İçimizde ve dışımızda, bizim bile farkına varamadığımız sayısız renkle örülüyüz hepimiz. Sonsuzluğa uzanan birer renk yelpazesi, her birimiz. Güneşin açısı değiştikçe göze farklı görünen her renk gibi, bakıldığı açıya göre değişiklik gösteriyor bizim de renklerimiz. Yanımızda duran nesnelerin, insanların ve diğer canlıların gölgelerinin etkisiyle öz varlığımızdan bambaşka renkler yansıyor çevreye. Çok yıllar önceydi iki farklı insanın yanında iki farklı Deniz gördüğümde. Şaşırmıştım kendime. İki yakınımın biri sağımda, biri solumda. Ortada ise ben ve ben aynı ben işte… ama aslında değildim. İki farklı rengin tonlarıyla bezeliydim. Sonra, herkesten ve her şeyden uzakta, yalnızca beni merkeze koyup gözledim. Dünya döndükçe değişen her açıdan kendimi izledim. Sayısız Deniz’in sınırsız biçimini keşfettim.

Belki aynı bedende kırk ömür yaşasa da tamamen tanıyamaz insan kendisini, göremez, bilemez içindeki her rengi. Belki de bu yüzden öngöremez insan atacağı pek çok adımı. Belki hayatın içinde bunun bilincinde bile değilizdir ama bilmek bir yanda dursun, tahmin bile edemeyiz hangi durumda nasıl bir hâlde bulunacağımızı. Koca dünyanın her durumunu da kısacık ömrümüze sığdıramayacağımıza göre, gün ışığına çıkmamış, farkına varılmamış tonlarca rengimizle veda ederiz yeryüzüne.

Her gün yeni bir tuval, günü dolduran her an yeni bir boya ve yaşanılan her şey yeni birer fırça darbesi ruhumuza. Tabanına geçmiş boyanmışlıklarımızın silüetini işleyen her yeni tuvalle kendi benliğimize doğru yolculuğumuzu işliyoruz. Saatin tiktakları ilerledikçe üzerimize damlayıp fırçayla sürülen boyaların izini özümüzden yansıtıyoruz.

NESİLLER VE GELENEKLER

Zaman geçtikçe evrim geçiriyor insanevladı. Tipinden varoluşuna, düşünüş biçiminden yaşayış tarzına kadar her alanda başkalaşıyor. Mevsim mevsim çeşitleniyor, öğreniyor, gelişiyor, geliştiriyor. Her nesil kendinden öncekinden ayrışıyor, onunla çarpışıyor, çatışıyor ve nesiller ilerledikçe eski neslin benimsediği birçok unsur da eskiyip tarihin tozlu sayfalarına doğru yol alıyor.

Geleneğin sızdığı hücrelerin yemyeşil filizlenmesi, ancak onun evrilmesiyle mümkün. Temeli insanlığın, iyiliğin, empatinin, sevginin, saygının, paylaşmanın, dayanışmanın, adaletin hüküm sürmesi üzerine kurulan gelenekler, zaman içinde yeni bir biçim, yepyeni bir ses ve doku bulmazsa, gelip geçen zaman içinde insanın içini yiyip kemiren birer külfet hâline gelir. Yeninin tazeliğine eskinin ağır kokusu sindiğinde insanın soluğu pütürlenir, yüreği dertlenir. Bundan sebeptir ki her nesil bir öncekine başkaldırmaya meyillidir. Örneğin nenelerimizin, dedelerimizin zamanında insanlar kendi çocuklarını aile büyüklerinin yanında sevemezlermiş, öpemezlermiş, aynı ortamda kendisinden yaşça büyük insanlar varken bacak bacak üstüne atmak saygısızlık kabul edilirmiş. Yani hep “daha doğru” olduğuna inanılan belli kalıplar benimsenmiş ve hayatlar o kalıplara göre şekillendirilmiş. Oysa hayat bir kere. Böylesine engebeli, zincirlenmişçesine sınırlı hiçbir unsura, düşünme ve yaşama biçimine kurban edilemeyecek kadar değerli ve yegâne.

İNCİ VE ÇAKIL

İstiridye, denizde yaşayan kabuklu bir hayvan sadece. Hayatın içinde ve sıradan. Deniz, onun dünyası. Bu dünyada yaşarken, kumundan, taşından parçalar vücuduna girdiğinde, o yabancı cisimleri sedefimsi bir salgıyla örtüyor istiridye. İki-üç yıl gibi bir zaman içinde de bu yabancı cisimler o salgılarla örtüle örtüle inciye dönüşüyor. Yani yine doğanın içinde, dünyanın kendi döngüsünde ve sıradan. Fakat bir inciyle bir çakıl taşını yan yana getirdiğimizde çakıl taşının değeri yok gibiyken, inci yüksek değere layık görülüyor. Peki çakıl taşıyla inciyi birbirinden böylesine ne ayırıyor?

İnci ve çakıl taşı, görüntüsüyle, varoluş biçimiyle, yetiştiği yerle, mevcut sayısıyla öyle farklı ki birbirinden. Bir yanda nadideliğiyle, ipeksi ışıltısıyla, ihtişamıyla inci; diğer yanda ışıltısız, gösterişsiz, kayanın minyatürü gibi küçük çakıl taşı.

Hiç ile çok arasındaki kalın çizgide yürüyorum. Solum deniz, sağım kumsal. Soluma döndüm, içine girdim, derinine daldım, istiridyeler toplayıp çıkardım. İçlerini açıp baktım. Çoğu boş, birkaçında ya var ya yok yüzü sedef parlağından bir tane taş. Bir tanesinde de on-on beş tane irili ufaklı var o taşlardan. Sonra çıktım denizden, döndüm çizgiye, baktım sağıma. Kumsalda adımladım uzunca. Her adımımda onlarca çakıl taşı çarptı ayağıma. Boyutları, şekilleri ve renkleri farklı olan bir sürü küçük taş. Suyun dışında, yerin üstünde, mat yüzeyli minik taşlar. Onlar da kolay oluşmuyor elbette. Uzun yılların emeğiyle ufacık olup serpiliyorlar yere. Ama olsun, oluşmaları ne kadar zaman gerektirse de, sayıları çok fazla ve son derece kolay ulaşılabiliyor onlara.

Eğer çakıl taşıyla inci yer değiştirseydi, sahiller inciyle örtülseydi ve istiridyenin içinden çakıl çıksaydı, o zaman değerli olan çakıl olacaktı, incinin pahası ise bu kadar yüksek tutulmayacaktı. İçindeki paranın çok olduğu cüzdanların sahiplerinin alışveriş yapabilecekleri kuyumcularda yüksek meblağlara alınan incilerle, yüzüne bakılmayan, ayak altında ezilen çakıl taşları yer değiştirecekti. Ayaklar inciyi ezecekti, parmakları, bilekleri, boyunları çakıl taşları süsleyecekti. Özetle, neyin nasıl, nerede ve ne kadar bulunduğunda gizli mesele. Bir yakut veya zümrüt düşünelim mesela. İşlenmemiş hâli aslında bir çakıl taşını andırır. Ama onu işleyip bir süs eşyasında kullanırsanız göz kamaştırır. Çakıl taşı da pekâlâ güzelleştirilerek süs olarak kullanılabilir. Yani esas olan güzel görünmesi ise, çakıl taşı ile inci arasında fark yok denecek kadar aza indirilebilir. Ama her ne kadar güzel olursa olsun, bir incinin pahasına denk düşemez değeri. Zor elde edilenin kıymeti çok başkadır zira. Ama bu bile bir bilgi ve deneyim ürünüdür özünde. İncinin inci olduğunu bilmeyip bir istiridyenin içinde şans eseri bulan biri için onun bir çakıl taşından farkı yoktur. Doğadaki bir taştır işte, hepsi budur. Yani aslında, miktarı ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, onlar doğanın içindedir ve doğanın içindeki her şey olağandır, sıradandır. İnsanevladı olarak bizler o sıradan, doğal olanları kategorize ederiz, her birine ayrı ayrı değer biçeriz ve onların üzerinden sektörler geliştirip ekonomik düzenler inşa ederiz. Hepsini de ekonomik seviyemizin birer nişanı gibi üzerimizde sergileriz.

İNCE DÜŞÜNCE İNCİSİ

On gün boyunca günlerden hangi gün, saatlerden hangi saat, duygulardan hangi duygu, bilemedim. Yalnızca nefes alıp vermekle dolan anlardan ibaret oldu yaşam. Güneş doğup battı, ben dünyadaki varlığımı sürdürmeye devam ettim. Ama yaşamaktan bağımsız bir varoluştaydı benliğim. Her şey çok fazla geldi üzerime. Yüküm öyle taşınmaz oldu ki, omuzlarım göçtü içine. Takatsiz, çaresiz ve bir hiç kaldım.

Çok şeye tanıklık etti gözlerim ekran önünde. Zihnimin duvarları çatladı olanların hışmından. Kalbimin tümü yerinden oynadı, her hücresiyle titredi, bitimsizce ağladı. Ben dışarıdan sustum. Ne bir gözyaşı, ne başka şey. Zaman aktı, ben baktım. Saniyeler saatlerde birikti, acı içimde birikti. O acıya yol açan her yıkımda içimden pek çok şey yitip gitti. Tüm gördüklerim ve duyduklarım nasır oldu kalbimde. Yutkunurken hep bir düğüm kaldı boğazımda. Hava bile pütürlendi burnumdan içeri daldığında. Ama ağlamadım. Neler neler oldu, olanları işittim. Ama ağlamadım.

Bir an ki, bir kadın çıkageldi telefonumun ekranında. Elinde bir kaban. Buz gibi soğukta incecik üstbaşla ısınmak için, toplanan yardımların dağıtıldığı yerden almış o kabanı. Isınsın diye elini cebine atmış. Bir cebinde paketli yiyecek, diğer cebinde dört çift çorap… kabanın iç ceplerine bakmış, birinde gofret, diğerinde sökükleri varsa dikebilsinler diye firkete. Bunca felaketin içinde bu nasıl ince bir düşünce? Açtır, karnı doysun, üşümüştür, ısınsın, söküğü vardır, yamasın diye her detayı düşünmüş ve özenmiş. Böylesine derin bir nahifliğin karşısında içimde tüm kayalar yerinden oynadı, denizim dalgalandı ve hüngür hüngür ağladım. Günlerin susmuşluğunun acısını çıkarırcasına, “İyi insan olmak o kadar da zor değil işte bak!” diye haykıra haykıra ağladım. Ve ben o an anladım, her ince düşünce birer incidir insanın içinde. Ne kadar çok incimiz varsa o kadar insanız özümüzde.

ÇOK ACI

Buldozerle üstünden geçilmiş insanlığın. Her parçası un ufak olup dağılmış, toza dumana karışmış, yanmış, kül olmuş. Daha önceki yıllarda, biz doğmadan önce mesela, nasıldı ahval, bilemiyorum. Neticede insan en çok kendi tanıklık ettiklerine vakıf olabilir. Ama şu son günlerde gözlerime, kulaklarıma inanamıyorum. Kalbimin ritmi reddediyor olanları. İnsanlıkla uyuşmayan her dehşette tekliyor kalbim sanki, darmadağın oluyor, kanım acılaşıyor. Nefesimi kesercesine gaddar bir varlık güç gösterisi yapıyor. O varlık, insanın vahşi, zalim, kötücül, aciz, sadist yanı. İnsanın içinde kötüye dair ne varsa bir ateş topu olup yangınlara sürükleniyor. İşte o yangında ölüyoruz, yara alıyoruz, kan ağlıyoruz biz.

Acıyı harlaya harlaya yazıyormuş gibi oldum ama hislerimin tezahürü bu, elimde değil. Kabulümün kuytu köşesine, kör noktasına bile yanaşamayacak kadar elim olayların sebebi olan insanlardan yana yaram ağır. Taş olsa ağlar insanın taşlaşan kalbine tanıklık etse.

Bu günlerde, ülkemde acıların en tanımlanamaz olanı yeri, göğü, aklı, kalbi, her hücreyi ve tüm evreni sardı. Bu acı varken yaşananlar da tek tek bir kenara yazıldı. Unutulası şeyler değil ama insan unutmak konusunda pek uzman. Yüreği elinde, aklı dilinde olan unutmaz ve unutturmaz lâkin.

İnsan ancak kendi bizzat yaşadığında anlar her şeyi. Dolayısıyla her türlü acı ancak yaşanıldığında gerçekten anlaşılır. Diğer türlüsü sadece tahmindir. Fakat o tahmin dediğimiz, insan olmanın temelidir. Boşuna dememiş Tolstoy, “Acı duyabiliyorsan canlısın, başkasının acısını duyabiliyorsan insansın.” diye. Başkasının yangınından duman soluyup o yangında yanmaktır insan olmak. Acısını paylaşmak, derdine ortak olmak, ona dayanak olmak, onu sarmak, sarmalamak… oysa görüyorum ki insanların bir kısmı bunun tam tersini yapıyor. Acıyı umursamamak bile değil, acıyla eğlenmek diye bir vicdan tutulmasına yakalanmışlar. Veya acının üzerinden kâr sağlamayı amaçlamışlar. Dilerim hiç kimse yaşattığının en az iki mislini yaşamadan ölmesin.

YÜREĞİN MEVSİMLERİNDE, MEVSİMLERDEN UMUT

Günlerden bir gün, umut etmekle, hayat ve umut arasındaki ilişkiyle ilgili şu satırlar dökülmüştü kalemimden:

“Belki dünyanın bir bildiği, kendi içinde matematiksel hesapları vardır. Çarpar, çıkarır, böler, toplar ve bir düzen kurar. O düzenin eksileri, artıları, bölüleri, çarpıları olur. Öldükçe eksiye, doğdukça artıya kayarız. Kırıldıkça bölünüp onarıldıkça çoğalırız. Türkçede çarpmak, çarpılmak birçok anlama gelir. Matematikte çarpmak çoğaltmaktır. Artı ve çarpı çoğaltır. Eksi ve bölü azaltır. Hayatın kendi matematiği içinde azaltmak ve artırmak istediklerinin dengesi bizim açımızdan meçhûldür. Biz de bu meçhûliyette ayakta kalmaya çalışırız. Her şeye ve her koşula da, öyle ya da böyle alışırız. Ama ben senin yerinde olsam, hayatın benden umudu çıkarmasına asla müsaade etmezdim. Aksine, umudumu artırsın diye direnirdim. Bana kalırsa, hayat umudu bile isteye bu denli kırılgan yapmıştır. Kendi matematiği dahilinde umudu bir ölçüm aracı olarak kullanmıştır. Eğer sen her ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmezsen, hayat da sana inanır. Sana inandığı için de, seni eksiltmeye değil, arttırmaya uğraşır. Bu yüzden kendini hayal kırıklıklarından olabildiğince korumak koşuluyla umut etmeyi sakın bırakma. Umut yarındır, neşedir, ışıktır. Işığından vazgeçme. İnsanız. Elbette güç bulamadığımız, kendimizi saldığımız zamanlarımız olacak. Bu çok doğal. O zaman tıpkı bedenimizin çok çalışmanın ardından yorgun düşmesinden sonra dinlenerek güç toplaması gibi, sen de o güçsüzlük hissi yakana yapıştığında, bunun ruhunun daha güçlü olabilmek için sana yaptığı bir dinlenme çağrısı olduğunu düşüneceksin. Nasıl ki bedenin yorulduğunda çalışmayı tamamen bırakmıyorsun, ruhun yorulup seni güçsüz hissettirdiğinde de ona dinlenme imkanı ve süresi tanıyacaksın. Sonra da kaldığın yerden önce hayata, sonra umuda sımsıkı sarılacaksın. Hayat varsa umut da vardır. Bunun aksini sakın düşünme.” demişti.

KARDAN ADAM VE BİLARDO TOPU GİBİ YAŞAMAK

Hayattaki varlığımız ve izimiz tek saniyelik dönüm noktasına bağlanmış bir pamuk ipliği sanki. Her şey gelip geçici ve her insan sonsuza dek gidici. Dünyaya geçerken uğramış gibiyiz sanki. Uğradığımız o zaman diliminde ne gördüysek, ne yaşadıysak benliğimize işliyor, bizim kişisel hikâyemizi yazıyor. Ama biz bizlikten çıkıp bedenimiz toprak, ruhumuz firari olduktan sonra, adımız, sanımız, içimiz, dışımız, sözümüz, özümüz eriyip gidiyor. Kardan adam misâli. Gökten düşen karlardan inşa edilen kardan adam, bir süre yapıldığı yerde bulunur, çevredeki insanların gelecekteki anılarına ufacık dokunur. Ardından kısa sürede erir. Geriye onun varlığından hiçbir iz kalmaz. Bir zamanlar bulunduğu yere ayaklarıyla basarlar insanlar ve hiçbiri, bastıkları yerde bir kardan adamın olduğunu bilmez. İşte, bu aralar ben de kardan adam gibi hissettim son günlerde. Yıllarca içindeki bir fotoğrafta yaşadığım çerçeveden kendimi çıkardığımda, kara delik gibi siyah bir boşluk kaldı karşımda. Ürküten, hüzünlendiren, kederlendiren, yıkıcı bir boşluktu gördüğüm. Tüm dolulukları tek nefeste uçurup aslında her şeyin her zaman boş olduğunu masaya yumruk vururcasına söyler gibi kaskatı ve netti. Bugünde yaşayan, sesinin duyulduğu, görüntüsünün görüldüğü yere kadar varlığını ulaştıran ben, sesim sustuğunda, görüntüm ebediyen görünemez olduğunda kime ne kadar ulaştırabilecektim varlığımı? Çünkü gitmek vakti geldiğinde kalmış olduğum zaman içinde vardım ve bu, gitmiş olsam bile süregelen bir biçimdi. Yaşamak, ömür bittikten sonra da boyut değiştirerek devam ederdi, etmeliydi.

Korktum. Yitik bir ruh, kayıp bir hayat olmaktan korktum. Geçici hayatın kalıcı izi olmanın güçlüğünü karşımda sert bir kaya gibi gördüğümde, o kayanın altında ezilmekten korktum. Şimdi gitsem bu diyardan, geriye benden ne kalacak insanlara? Yeni doğacak bebekler bilecekler mi Deniz’i? Peki ya çoktan doğmuş olanlar tanıyacaklar mı beni, benliğimi, adımı, bana dair var olanları? Hissimi hissedebilecekler mi meselâ? Hayır. Kaç kişi ölümden sonra dünyaya kazık çakarcasına, başka insanlara temas ederek yaşamaya devam etti? Ne malûm çekilen on binlerce fotoğrafın nesiller geçse de görülebileceği? Tek tuşla binlerce fotoğrafın temelli silinebildiği teknolojik “geçicilik” bir yana, elle tutulan fotoğrafların geleceğe muhafaza edilmesi ne kadar mümkün?

Bugün dünden çok şey alırken, yarının bugünden neler sökeceğini bilmiyoruz. Ve her yeni gün, bir eskisinden daha çok eksiliyoruz. Yanlış anlaşılmasın, elbette pek çok konuda artıyoruz, zenginleşiyoruz. Ama öncemizde mevcut olan pek çok şeye de artık sahip olamıyoruz. Tıpkı arkadaşlık gibi. Bir insanın kaç arkadaşı ömür boyunca ona onu kendinden uzakta bırakma tereddütü bile hissettirmeden yanında olabilir? Bir tane varsa bile ne büyük şans!

Bilardo topları gibiyiz sanki. Oyun süresince birbirimize çarpıyoruz, sonra ayrılıyoruz. Ama genelde hayatı yan yana paylaşmıyoruz. Birbirimize teğet geçiyoruz. Kendi hayatımıza anlık ortaklar seçiyoruz ve her an o ortaklığı feshedebiliyoruz. Dünümüz el eleyken, bugünümüz ayrı, yarınımız ise birbirimize tamamen yabancı olarak geçebiliyor. Kalıcılıkla dalga geçercesine, gidişimizin ardından hiç gelmemişiz gibi davranan hayata bir kamçı da biz vuruyoruz ve geçiciliği her zerremize işliyoruz.

BİRİNİ NASIL MI BİLİRDİK? KENDİMİZCE BİLİRDİK

Hepimiz bambaşka yansımalarla iz buluyoruz her insanda. Aynı insan için iki karşıt kelâm nasıl da keskinlikle kurulabiliyor, şaşkınlık sularında geziniyorum bu şahitlik anlarında. Günlerin geçişi esnasında birbirine öyle ya da böyle değen insanların değdiği yerdeki tanımı nasıl da farklı. Bunu ezelden beri deneyimliyordum belki ama önümdeki sıra sıra dizili cümlelerin benzeşmezliğiyle sarsıldığım o vakit, kişiler arası iletişimin her şeyi nasıl değişik kıldığını netledim.

Üniversitede dönem sonlarında öğretmenlerin değerlendirildiği formlar doldurulurdu ve o formlar gelecek dönemlerde o öğretmen için öğrencilere referans olurdu. Öğretmenler hakkında yazılmış olanlara baktığımda, alt alta iki uç ifadeye denk gelirdim çokça. Hatta bir keresinde pek kıymet verdiğim bir öğretmen hakkında yazılan olumsuzluklara o kadar hayret etmiştim ki, yanlış kişiye bakıyor olmamdan şüphe ettim. Tam tersi, benim illallah ettiğim öğretmenlere düzülen övgüler de bende aynı hayret duygusunu uyandırdı. Sebep çok açık ve seçikti aslında. Kişinin kendi özgün yapısı neyi gereksiniyorsa, o yönde ilerliyor dünya. Gereksinimlere ters düşen noktalarda ise başlıyor çatışma. İki kişinin doğru orantılı yaklaşımları olumlu sonuçlar taşırken, ters orantıların çakışmaları olumsuzlukların, çatışmaların kucağı oluyor. Benzer duygular, benzer düşünceler, benzer amaçlar ve hayata benzer yaklaşımlar, iki insanı birbirine yakın kılıyor. Bu yakınlık, onların arasındaki iletişim bağını güçlü, güzel ve değerli yapıyor. Fakat hayatın ve kendi kişisel varlıklarının içinde birbirine yakın durmayan insanlar, iletişimlerinde yaralanan, yaralayan, hoşnutsuzluklarla dolu olumsuz izlerin merkezi oluyor.

Nicedir yaşadığım bir durumun, insanların başkalarınca nasıl da farklı tanımlanmalarına yönelik beni düşündürmesi ve sonuca ulaştırması vesilesiyle yazıyorum bunları. Aramızdaki iletişimin hiç iyi olmadığı, hakkındaki düşüncelerimin ona dair nahoş birçok özellik işaret ettiği bir kişinin, çok sevilesi, sonsuz değer verilesi, pek iyi biri olduğuna ilişkin birçok cümleyle anıldığını görünce, aslında onun sadece beni veya sadece diğerlerini doğrulayan niteliklerde olmadığını fark ettim. O, kendi hayatında duygusal, ruhsal ve kişisel ihtiyaçlarını karşılayanlara, onunla benzer noktada buluşanlara iyiydi. O yüzden onlar tarafından iyi anıldı. Ben ise onun gereksinimlerini karşılayan, onunla benzer noktada duran biri olmadığım için, benimle arasında olumlu bir yol oluşmadı.

İnsanın insana giden yolları, insan olmanın çeşitli ve çetrefilli doğasıyla her mevsimi yaşıyor. Yağmuru, karı, soğuğu, ayazı, güneşi, ılığı, sıcağı ile her hava koşulları, bu yollarda bulunuyor. Kimi yollar ova, kimi yollar dağ, tepe, kimileri deniz kenarı, kimileri ormanlık alanların arası. Yolun zemini de, çevrenin iklimi de insanın içinde bulunduğu koşulların bir doğumu. Her yol, her koşul, bu yüzden çok çeşitli, kesintisiz ve kesinliksiz.

ESKİYEN HİÇLEŞİR Mİ?

Yılların yaşanmışlığı bir anda “hiç”leşebilir mi? Tüm çekilenler tek kalemde silikleşebilir mi? An, anıları kendi üstünlüğüyle ezip görünmez kılabilir mi?

Bugün yıllarımı unuttuğumu hissettim. Hiçbir şey yaşanmamış, hiçbir his kalpte kan pompalatmamış gibi, her şey birer fotoğraf karesi darlığında, küçük sınırlara sıkışmış vaziyette duruyor karşımda âdeta. Bu his bana hep uğrar aslında. Ama ilk defa yaşamım benden uzakta yaşanmışçasına büyük geldi ruhuma. Her yaz bir deniz kenarında veya bir havuz başında, sanki kış, sonbahar, ilkbahar yaşanmamış ve yazın o günü hep oradaymış, hiç geçmemiş, akmamış, öylece durup kalmış gibi gelirdi bana. Hiç üşümemişim, hiç korkmamışım, hiç gerilmemişim, hiç ağlamamışım gibi, hep o yazda, o sıcakta, orada, o gün nefes almışım gibi hissederdim. Tatil bitip eve döndüğümde ise o tatil, uykuda yaşanıp uyanıklıkla noktalanmış bir rüya oluverirdi zihnimde. Bu hislerin en belirgini de yılbaşı zamanlarında olurdu hep. Koskoca on iki ay, üç yüz altmış beş gün altı saat bir anda toplanıp, uçup gidiverirdi avuçlarımdan. Yenisi gelen yılın eskisi buharlaşırdı biz 10’dan geriye sayarken. O on saniyelik yolculama esnasında onca günün onca yükü alay edercesine sona ererdi ve “Biz bu kadarcıktık. Yaşandık ve gidiyoruz. Geriye silüetlerimiz kalıyor. Her biri senin hayat defterine birer gölge olarak düşüyor.” derdi sanki.

Peki ya şimdi? 16 Temmuz 2021’den beri İstanbul’dayım. Gelmişimi, geçmişimi sırtlanan bozkırın kara, kuru, ölü havasına sindi, orada da silindi sanki hayatım. Bu bir yıl bin yılmış ve aslında tüm hayatım o yıla sığmış gibi… üniversiteye giden, “Bitsin artık!” diye isyan eden Deniz bile sanki çok uzaklarda şimdi.

RÜZGÂRA TUTUNAN GİZLİ DUYGULAR

Altlı üstlü, sağlı sollu perdeler havalanıyor pencerelerden. Esen rüzgâr onları dansa kaldırıyor. Uçuş uçuş bir gelinliğin kırlarda süzülmesi gibi, kendi içindeki müziğe bırakıyor perdeler kendisini.

Dip dibe konuşlanmış her biri ayrı hikayelerden örülü hanelerin yaşanmışlıklarını ve yaşanmakta olanlarını örtüyor perdeler. Her evin gündemi, özeli, derdi, kederi, mutluluğu, sevinci perdelerin ardında canlı canlı duruyor. Elimizi uzatsak, o perdelere sinen duygulara dokunup onları koklayabiliriz sanki. Oysa yakınında olup da kokusunu alamadığımız bin bir çeşit duygunun kalıntıları gizli saklı silikleşiyor kuytu köşelerde. Belki sadece kuytuları tanıyan ruhlara görünüyor tüm bunlar. Kuytu köşelerin gizli duygu hazinelerini örtüyor işte o perdeler. Rüzgâr onları boşa mı çağırıyor dışarı? Her esişinde kanat takıyor perdelere. O sırada o kanada ne kadar giz değmişse, hepsi havanın zerrelerine bulaşıyor. Kim bilir soluduğumuz havada hangi duygular yaşıyor.

GÜZEL İNSANLAR, DOSTLAR BİRİKTİRMEK RÜŞVETÇİLİK MİDİR?

“Güzel insanlar biriktirdim”, “Dost biriktirdim” diyebilene ne mutlu. Hayat yolculuklarında güzel insanlarla tanışıp kaynaşmış, hayatın yükünü, güzelliğini beraber paylaşmış, yanında huzur bulduğu ve huzur verdiği dostlar kazanmış, sevilen, seven, kıymet veren ve kıymet verilen olmuş. Bu, her an herkese nasip olan bir şey değil. Haşin hayatın içinde öyle ya da böyle zor insanlarız hepimiz. Ama ne hoştur ki, güzel olup güzel kalabilen ve güzelliklerle denk düşen insanların birliktelikle, dostlukla, sıcacık samimiyetle inşa edilen ilişkileri var. Ben “dost biriktirdim” ve “güzel insanlar biriktirdim” cümlelerini duyduğumda, işte bu özel ilişkinin, sevgiyle sarmalanmışlığın tılsımından saçılan sıcak bir ışıltı hissediyorum içimde. Fakat bu cümleler başka zihinlerde tam tersi ve hayli kötücül yönde anlamlar ifade edebiliyormuş meğer.

Biriktirmek sözcüğü genelde nesneler, cansız varlıklar için kullanıldığından dolayı, bu sözcüğün insanlar için söyleniyor oluşu, cümleyi söyleyeni, kendini üstün gören, insanları zamanı geldiğinde işe yarasın diye, yani harcamak için biriktiren, kötü niyetli, rüşvetçi biri olarak konumlandırıyor bazılarının gözünde. Oysa kelimeler, onlara ne niyetle yaklaştığımıza göre anlam değiştirir. İnsan biriktirmeyi pul, para biriktirmek olarak anlama niyetliyle yaklaşanlar için elbette olumsuz bir anlam ifade eder bu cümleler. Ama insan biriktirmeyi birliktelikle güçlenmek, çoğalmak, güzellikleri fazlalaştırmak, hiç eksilmeden, hep artmak olarak anlamaya niyet edenler için bu cümleler daima iyi, olumlu, kucaklayıcı anlamlar taşır. Hayatın içindeki her şey, bakış açımıza, niyetimize, algılayışımıza göre şekillenir. Aynı cümle farklı insanlarda işte böyle bambaşka anlamlar ifade edebilir. Mesele, ne dendiğinden öte, onun nasıl algılandığında gizlidir.

Benim için biriktirmek, harcamak üzere yapılan bir eylemden ziyade, çoğalmak, büyümek, yeşermek, demek. Ağaç tekken çok şey ifade etmez ama belli bir alanda fazla sayıda ağaç birikince orman olur. Çok sayıda fidan biriktirip diken biri, nasıl ki onlar büyüyüp orman olunca hepsini yakmayı amaçlamıyorsa, insan biriktirenin amacı da harcamak değildir kanımca.

MESELE ZAMAN DEĞİL, BÜYÜMENİN TA KENDİSİ

Nicedir bir soru dönüp dolaşırdı kafamın içinde. “Zaman ilerledikçe hayat mı daha zorlaşıyor? Yoksa ben yaş aldıkça hayatın zorluklarını daha net fark etmeye ve deneyimlemeye mi başlıyorum?” derdim. Geçen gün bu sorum yanıtına kavuştu. Hayat hep zordu, ben büyüyordum. Büyümek ise zorluklarla içli dışlı bir konuma gelmekti. Zorluğun göbeğine göbeğine koşmaktı yaş almak. Biz yaş alırken zorluklar büyümezdi, büyüyen bizdik ve zorluklara yaklaştıkça onların boyunun daha uzun, eninin daha geniş olduğunun bilincine varmaya başladık.

Dünya ve kendi özelimizde ülkemiz, her zaman zorluklar çekti. Sıkıntıların hiç bitmediği bir düzlemde yaşıyoruz yüzyıllar boyu. Hiçbir zaman bir diğerinden çok daha rahat olmadı. Her dönemin kendince can yakan yanları vardı. Fakat neyin ne kadar ve kimin için can yakıcı olduğu, o kişinin içinde bulunduğu hayat koşullarıyla, zekasıyla, yaşıyla bağlantı kurdu. Örneğin, her şeyin çığrından çıktığını düşündüğümüz günümüzü ele alalım. Nasıl bir geleceğe sahip olacaklarına dair endişe duyduğumuz çocuklarımız sizce bizim kadar sıkıntılılar mı? Hayır. Çünkü biz, şartlarımız el verdiğince onların yollarını dikenlerden, sivri kayalıklardan arındırıyoruz. Hayatı onların önüne bir oyuncak gibi seriyoruz.

Çocukken her şey bir oyun sebebidir. Gelecek kaygısı, endişe, ev geçindirme çabası, hayat gailesi tanımaz çocukluk. Çocuğun işi oyundur ve oyun, sıkıntıların görünmediği büyülü bir fanustur. Şimdi çocuk olanlara hayat baldan tatlı. Dünya onların oyun alanı. Ama büyüdüklerinde “Ah eskiden her şey ne güzeldi” diyecekler. Çünkü büyüyecekler. Dünya oyun alanı olmaktan çıkıp mücadele alanı olacak. Ve yetişkinleri acıtan bugün, ileride yetişkin olacak çocuklar için sığınılan güzel bir liman olarak hafızalarında yer bulacak.

Peki biz eski zamanları niye özlüyoruz? Şimdimizden neden bu denli şikayet ediyoruz? Çünkü yetişkinliğin getirdiği tüm sorumlulukların altında eziliyoruz, yıpranıyoruz ve en çok da çocukluğumuzu özlüyoruz. Geçmişi seviyoruz, çünkü çocukluğumuzu seviyoruz. Yani sevdiğimiz ve sevmediğimiz zamanlar, içinde bulunduğumuz dünya ve hayat koşullarından öte, bizim kaç yaşında olduğumuzla ilişkili. Aynı zamanda hem çocuk hem yetişkin olabildiğimiz bir deneyim yaşayabilseydik eğer, çocukluğumuzdaki zaman daha tatlı, yetişkinliğimizdeki zaman ise daha acı gelirdi bize. Özetle, hayatın ve zamanın kendisi değilmiş, büyümekmiş acıyı, sıkıntıyı artıran. Ve eski, kendi oluşundan değil, çocuk oluşumuzdan özlenirmiş.