İçimizde ve dışımızda, bizim bile farkına varamadığımız sayısız renkle örülüyüz hepimiz. Sonsuzluğa uzanan birer renk yelpazesi, her birimiz. Güneşin açısı değiştikçe göze farklı görünen her renk gibi, bakıldığı açıya göre değişiklik gösteriyor bizim de renklerimiz. Yanımızda duran nesnelerin, insanların ve diğer canlıların gölgelerinin etkisiyle öz varlığımızdan bambaşka renkler yansıyor çevreye. Çok yıllar önceydi iki farklı insanın yanında iki farklı Deniz gördüğümde. Şaşırmıştım kendime. İki yakınımın biri sağımda, biri solumda. Ortada ise ben ve ben aynı ben işte… ama aslında değildim. İki farklı rengin tonlarıyla bezeliydim. Sonra, herkesten ve her şeyden uzakta, yalnızca beni merkeze koyup gözledim. Dünya döndükçe değişen her açıdan kendimi izledim. Sayısız Deniz’in sınırsız biçimini keşfettim.
Belki aynı bedende kırk ömür yaşasa da tamamen tanıyamaz insan kendisini, göremez, bilemez içindeki her rengi. Belki de bu yüzden öngöremez insan atacağı pek çok adımı. Belki hayatın içinde bunun bilincinde bile değilizdir ama bilmek bir yanda dursun, tahmin bile edemeyiz hangi durumda nasıl bir hâlde bulunacağımızı. Koca dünyanın her durumunu da kısacık ömrümüze sığdıramayacağımıza göre, gün ışığına çıkmamış, farkına varılmamış tonlarca rengimizle veda ederiz yeryüzüne.
Her gün yeni bir tuval, günü dolduran her an yeni bir boya ve yaşanılan her şey yeni birer fırça darbesi ruhumuza. Tabanına geçmiş boyanmışlıklarımızın silüetini işleyen her yeni tuvalle kendi benliğimize doğru yolculuğumuzu işliyoruz. Saatin tiktakları ilerledikçe üzerimize damlayıp fırçayla sürülen boyaların izini özümüzden yansıtıyoruz.