MARTI SESLERİNİN ZİHNİME ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Bu aralar martılar pek geveze. Camları artık sürekli açık tuttuğumuz şu günlerde sesleri hep evin içinde. Odada yalnızken birçok martıyla aynı alanda olma hissi de aslında şahane. Sesleri şehri inletirken, tüm muhabbetleri açık pencerelerden içeri yayılırken onların gökteki süzülüşleri ve yerde çakılı insanoğluna yukarıdan yârenlik etmeleri, tarafımdan pek bir sevilesi. Gerçi şu son günlerin küçük ancıklarında “biraz daha az bağırın bak, ev çınladı.” dediğim oldu ama “Alınmayasınız, sakın ha kırılıp da bana, susmayasınız” diye eklemeyi de ihmal etmiyorum. Zira ben bu sese, bu canlıya sevdalanmışım bir kere, ötesi yok.

Dün sabaha karşı bir grup martı odamın yakınlarında çok yüksek sesle konuştu. Hem uçuyorlar hem bağırışırcasına konuşuyorlar birbirleriyle. Pencereden dışarı bakmadığım için sadece seslerini dinledim. Sesler bir uzaklaşıyordu, bir yakınlaşıyordu, kimisi yok oluyordu, kimisi de yeni geliyordu. Öyle bir atmosfere büründü ki bu ses cümbüşü, zihnimde bir sahne belirdi. Sarı duvar kağıtları olan bir salonda, ahşap, oval bir masanın etrafında toplanan onlarca insan oluştu gözlerimin önünde. Birkaç kişi aynı anda yüksek sesle kahkaha atıyordu. Kimileri hararetli hararetli tartışıyordu. Bazı kadınlar mutfakta yemek ve sofra hazırlıkları yaparken aralarında sohbet ediyordu. Salonun kenarında bir bebek ağlıyordu ve ortalıkta iki-üç çocuk konuşa konuşa koşturuyordu. Az sesli, yüksek sesli, sinirli, sakin, heyecanlı, dingin, bir sürü çeşitten seslerin dolup taştığı insan birlikteliğiydi gördüğüm. Martı seslerinden insan topluluğu ördüm. Sonra o insan özelliklerini martılara yüklemeye yelteneyim dedim. Pek beceremedim. Onlar insanlardan daha arı, duru, özgür olarak varlar zihnimde. Gerçek bu mudur, bilemem. Ama ben bunu algıladım martıya dair.

Martıların sesi bende bu resmi çizdiyse, seslerinin çeşitliliğindendir. O kadar farklı tonlarda, tınılarda, notalarda ve uzunluklarda sesler çıkarıyorlar ki, geçen gün gerçekten bebek ağlıyor zannettim meselâ. Küçük bir çocuk çığlığı, bebek ağlaması, kedi miyavlaması, erkek insan kahkahası, tiz bir ıslık… yani martının sesi birçok canlının birçok oluş şeklini içine sığdırmış büyük bir kaynak. Ben de hâliyle dün merak ettim, hangi ses tonunda öterken ne demek istiyor martı? Hangi sözüne hangi sesi aracılık ediyor?

OLAĞANÜSTÜ BİR EVRENDE “HAPİS” YAŞAMAK

Samanyolu’nda yaklaşık üç yüz milyar yıldız ve her yıldızın etrafında gezegenler var. Evrende ayrı ayrı yüz milyar civarında daha samanyolu olduğu biliniyor. Yüz milyar ile üç yüz milyarı çarptığımızda ortaya yirmi dört basamaklı devasa bir sayı çıkıyor. Buradan yola çıkarak, evrende, dünyadaki sahillerde bulunan kum taneciklerinin sayısından daha fazla yıldız olduğunu görüyoruz. Her yıldızın etrafında gezegenlerin var olduğunu da hesaba kattığımızda, elde ettiğimiz bu kocaman sayıdan çok daha fazla gezegenin varlığıyla karşılaşıyoruz.

İşte şimdi, böylesine olağanüstü bir evrende, kendinizi bir uzay aracının içinde hayal edin. İnsanı yutarcasına karanlık bir uzay boşluğundasınız. Öte yandan da dünyayı uzaktan görüyorsunuz. Koskoca bir top gibi karşınızda duruyor gezegenimiz. Yeryüzü şekilleri tüm rengârenkliliğiyle arz-ı endam ediyor. Güneş Sistemi’nin içindeki birçok unsuru, Ay’ı, Güneş’i, Mars’ı, Venüs’ü görebiliyorsunuz. Hem de bir aracın içinde, elinizdeki aletlerin yardımıyla bizzat kendi gözlerinizle görüyorsunuz bunları. Fotoğraftan değil, birebir yaşıyorsunuz orayı. Koskoca bir evren ayaklarınızın altına, gözlerinizin önüne seriliyor. Siz, dünyadaki sekiz milyar insandan biri olmaktan çıkıp evrenin göbeğinde bir kâşif oluyorsunuz. Evren kendi düzeninde akarken, siz ona eşlik ediyorsunuz, onunla bir bütün oluyorsunuz. Ne kadar büyülü bir deneyim, nasıl da unutulmaz bir an…

Bir yerlerde bunları deneyimleyenler var. Yani hayatın içinde kendisini gösteren böyle bir gerçek var. Bir yandan böyle şeyler olurken, koskoca evren, gezegenler, yıldızlar kendi âhenginde ilerlerken, adına Dünya denilen ve içinde yaşadığımız şu gezegende olanları düşününce insan neye uğradığını şaşırıyor. Koskoca evrenin bütünsel döngüsünde insanoğlunun bu kopuk dünyasına akıl erdirmek güçleşiyor. İnsan, gezegeni, evreni sıpıtıp atıyor kullanılmış bir kağıt mendili buruşturup çöpe atarcasına. Saçma sapan bir düzen inşa ediyor kendi küçük çapında. O düzene kurban ediyor kısacık hayatını. Yaşamaya değen asıl şeyler kör kuytularda çürürken, o, kendi yarattığı çürüklükleri yaşamayı ve yaşatmayı seçiyor.

Yaşadığımız yer, koca bir evren. Ama biz Dünya’nın içindeki kendi küçük dünyamızın hapishanesinde yıpranıyoruz, eksiliyoruz, örseleniyoruz, inciniyoruz, kırılıyoruz, yaralanıyoruz, tükeniyoruz. Bugün dünden kötü oluyor son yıllarda ve yarınlar umuttan çok kaygıyı, korkuyu taşıyor sırtında.

İÇSEL DİRENİŞ: UMUT

Sebepsizce mutlu olmak nasıl bir his? Sokağındaki erguvanı fark edip neşelenmek, güneşe selam verip tebessüm etmek, gökyüzünde uçan martılara el sallamak, gülümsemek, gülmek, tasasızca kahakaha atmak nasıl olurdu? Yüzümüze tutkal gibi yapışıp kalan somurtanlık, içimize yerleşemeyen o huzura çok istesek de erişememenin yakarışının yansıması. Kendi kişisel düzenimizde genel düzensizliğin acı izlerini taşıyarak kanırtıyoruz hayatın en yaşanılabilir versiyonuna erişmek için. Bazen sadece kendi yaşamımızın iç dinamikleri engel oluyor hakkımızı yaşamaya, bazen, ve belki de çoğunlukla, ülke genelinin dayattığı bir yıkımın eseri oluyor hakkımızdan ayrı düşmek. Gülmek, mutlu olmak, dilediğimizi dilediğimiz zaman yiyip içebilmek hakkımız. Ve bu haklara sorunsuzca, koşulsuzca erişebilmeliyiz. Fakat artık aşırı pahalılık ve ahlâkî yozlaşmışlık ile kadınların uluorta gülmemelerinin söylenmesinden tutun da, değil ete, domatese erişemeyecek raddeye geldiğimiz, ekmek yerine pasta (tatlı olan değil, ekmek yapımında kullanılan bir madde) yemeye mecbur olmaya yaklaştığımız yakıcı bir gerçeğin yıkıcı kıskacındayız. Ve şimdilerde çok derin bir yara aldık. Adaletin, hukukun hiçe sayıldığı ağır bir darbeyle, haksız yere haklarından edildi güzel insanlar. Ağırlaştırılmış müebbet alan suçsuz bir insan bir yanda, akla hayale sığmayan kötülüklerle ağır suçluların beraat ettirilmesi diğer yanda. Yarınlara olan umut ise ayaklar altında. Umudu öldürmemeye çalışmak ise son derece meşakkatli bir içsel direniş hâline gelmiş durumda. Ama ışığımız belli ve o her daim bizim yanımızda. Mustafa Kemal Atatürk boşuna demedi:

“Umutsuz durumlar yoktur. Umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.”

HAYAT: İKİ FARKLI YOKLUK BOYUTU ARASINDAKİ VARLIK SÜRESİ

Aslında ne tuhaf… önceden dünyaya gelip belli bir yaşı geçmiş iki insanın birer hücresi karışıyor ve ortaya yeni bir insan çıkıyor. O insan annesinin karnında günbegün gelişiyor ve nihayetinde doğuyor. Doğum olmadan bir gün önce yaşamayan, nefes almayan, kimliği, kişiliği, varlığı olmayan insan, doğar doğmaz her şeyiyle “var” oluyor. Var olduktan sonra da gün geçtikçe gelişiyor, büyüyor ve zamanla doğru orantılı olarak değişiyor. Daha önce olmayan bir ses duyulur, bulunmayan bir yüz görünür oluyor.

Hamilelik ve doğum, çok ilginç, son derece ilkel ve her şeyin ötesinde olacak kadar mucizevî geliyor bana hep. Bir şey aynı anda nasıl bu kadar olağan ve olağanüstü olabilir? Evden iki kişi çıkılıp üç kişi dönülmesi, o bebeğin kısacık zamanda büyüyüp kişiliğini kuşanması, kendine ait bir yaşama biçimiyle donanması, o kadar ilginç ki… “Yoktun ki, hangi ara oldun da yol alıyorsun hayatta?” diye şaşırmamak işten değil. Ve işte bu bebeklik ve çocukluk göz açıp kapayıncaya kadar geçerken, kişi önce olgunlaşma, daha sonrasında yaşlanma yoluna giriyor. Ömrü kaç yaşına kadarsa, o kadar zaman boyunca hayat ırmağına kapılıp akıyor. Ve an geliyor, hayat bitiyor, insanın varlığı son buluyor. Yine ve yeniden olmama hâli başlıyor. “Sen yoktun, hangi ara oldun…” diye düşünülen kişiye artık “vardın ama yoksun” deniliyor. İki farklı yokluk boyutu arasındaki varlık süresidir hayat. Çok acayip. Doğumdan sonra, ölümden önce varız ve hayattayız. Doğumdan öncesi ve ölümden sonrası ise koca bir yokluk. Mesele şu, varlığımızın kısacık süresinde neler yaşıyoruz? Düşününce, bazen her şey fazla gereksiz, çokça boş.

SEVGİSİZLİĞİN TEMELİ: EĞİTİMSİZLİK

Geçen gün bir sohbet esnasında çocukların sevgisiz büyümelerinin içimde çok derin bir yara olduğunu söyledim.

“Senin içinde yara olacak bir çocukluğun olmadı ki. Sen sevgiyle büyüdün.” dedi.

“Elbette. Ben şanslıydım. Sevgiyle, ilgiyle büyüdüm. Dünyanın her yerinde ve pek tabii ülkemde çocukların en temel hakkı olan sevgiden ve ilgiden mahrum kalmaları, içimde en acılı yarayı açıyor. Ailesiz, kimsesiz çocuklar başta olmak üzere, kendi ailesi olsa bile içinde sevgi ve ilgi bulunmayan evlerde büyümek zorunda kalan çocukların varlığı, kalbimi çok yakıyor.” dedim.

“Aile içindeki sevgisizlik ve ilgisizlik, eğitimsizliğin bir eseri.” dedi.

Önce bir durdum, düşündüm. Bunun eğitimsizlikle ne alâkası vardı? Başka birçok etmen olamaz mıydı bu durumu doğuran? Sonuçta en iyi okullardan en iyi derecelerle mezun olmuş, işinde iyi yerlere gelmiş ebeveynler de çocuklarını sevgiden ve ilgiden mahrum bırakıyorlardı. Fakat hemen sonra ona hak verdim. Doğruydu, temel sebep eğitimsizlikti. Çocuğunu sevgiden, ilgiden mahrum bırakan aile, eğitimsizdi.

Ben ve birçok insan eğitim dendiğinde hemen öğrenimi getiriyoruz aklımıza. Hangi okullarda ne okuduğumuz, aldığımız notlar ile ölçüyoruz eğitimi. Oysa eğitim bu değil. Biz eğitim değil, öğrenim görüyoruz. Bize bir şeyler öğretiliyor, biz eğitilmiyoruz. Örneğin, Matematik, Türkçe, Sosyal Bilimler, Yabancı Dil öğrenmek, eğitilmiş olmakla uzaktan yakından ilişkili değil. Eğitim, hayatın içinde nerede, ne zaman, neyi nasıl yapmamız, düşünmemiz gerektiğiyle ilgili donanım kazanmaktır. Eğer bir insan bir çocuğa nasıl davranacağını öğrenmemişse, eğitim eksiği var demektir ve bu eğitim bazen kişinin kendisi tarafından da kazanılabilir. Meselâ, bir insan, karşısında engelli birini gördüğünde ona dik dik bakıyorsa, tavır ve davranış açısından özel gereksinimli bireylere yaklaşım eğitimi yok demektir. Fakat bir kişi kendisini bu konuda eğitebilir. Özel gereksinimli bir bireyle karşılaştığında, ona nasıl davranacağı hususunda empati kurarak, kendisi onun yerinde olsaydı nasıl davranılmasını isterdi diye düşünerek en uygun davranışı kafasında ölçüp, tartıp en ılımlı, en doğru tutumu benimseyebilir. Böylece dik dik bakmak yerine sevgiyle gülümseyerek selam vermeyi tercih edebilir. İşte bu yüzden, aynı evin içinde, adına aile denen o küçük toplulukta, anne ve baba, doğumuna kendileri sebep oldukları çocukları sevgisiz ve ilgisiz bırakıyorlarsa, o çocuğu nasıl yetiştirecekleri konusunda eğitilmemiştir. Dilerim her ebeveyn, çocuklarını mutlu yetiştirebilmek için kendisini en iyi şekilde eğitir. Çünkü dünya, ancak gözleri içten gülen çocuklarla yaşanılır bir yer olur. Yüreği kırıklarla kaplı, gözleri bulutlu çocuklar oldukça, hayat, daima sorgulanıp değiştirilmek için uğraşılacak bir mücadele alanı hâline gelir.

“AH KEŞKE…”LERİMİZ

Hep kendimizde olmayana gider içimiz. Elimizde olmayan hep en kıymetlidir. Düşlerimizi onunla süsleriz, onun için “ah keşke” deriz.

Bu sabah bir şarkı mırıldanırken yine güzel sesli olabilmek için “ah keşke…” dedim. Çocukluğumdan beri billur sesiyle güzel şarkı söyleyebilenlere çok büyük hayranlık beslerim. Onların kabiliyeti üstündür gözümde. Öylece otururken bir başlayıp tüm şarkıları herkese hayranlıkla dinlettirecek bir sesim olması, benim için çok özel bir nimet olacaktı şüphesiz. Dinlediğim şarkılara doyasıya eşlik edememek, kendi sesimden rahatsız olup kendimi sürekli susturmak durumunda kaldıkça bu “ah keşke…”lerim pek içli oluyor.

Sonra şunu düşünüyorum, bu pek özendiğim yeteneğe sahip olsaydım doyuma ulaşır mıydım? Artık keşkesiz, tam ve eksiksiz bir yaşam mı sürerdim? Yanıt son derece kısa, keskin ve net: Hayır! O zaman da bambaşka şeyler görüp onlara özenecektim, keşke diye iç çektiğim başka bir sürü şey bulacaktım. O tamamlanmışlık, doymuşluk hissine hiçbir zaman erişemeyecektim. Çünkü bende olmayıp başkalarında olana gidecekti aklım, bu sefer de onların kendimde olmasını hayal edecektim. Bende ne olursa olsun hep bende olmayanları düşünecektim.

İşte bu noktada da çok zor bir soru sordum kendime. Kendi kendini inşa edebilseydin, dahil ettiğin her özellikle kendini kendince kusursuz olarak meydana getirebilseydin yine de hayalindeki mutluluğa erişebilir miydin? İşte orada tökezledim. “Erişemezdim” dedi içimden bir ses. Sebebi ise insan olmaktı. İnsanlığın içindeki değişken ruh hâli, azalıp artan ilgi ve merak, başka yerlere ve şeylere kayan odak…

İnsan her şeyi olsa bile hiçbir şeyi yokmuş gibi davranabiliyor. Hiçbir şeyi olmayan da her şeye sahip gibi yaşayabiliyor. Tüm bunlar karakterimize, dünyayı algılayış biçimimize, hayat yolunu yürüyüş hâlimize göre farklılık gösteriyor. Ama ne olursa olsun, insan hep bir şeylere “ah keşke” diyor.

Keşke dediğimiz şeylerin kalbimizin acımasına yol açmadığı, eldeki hâlimizle mutlu olmayı başarabildiğimiz, o keşkeleri de hayatımızdan atamasak bile, odağımızın can sıkıcı kısmından kaldırabildiğimiz güzel bir hayatımız olsun❤️

KÖRELMİŞ VE AÇIK RUHLAR

İnsanların büyük bir bölümü basmakalıp yaşayışların esiridir. Doğdukları andan itibaren maruz kaldıkları belli bir dünya düzeniyle, ilişkilerle, yaşam şekilleriyle biçimlenir kişilikleri. Hayata bakışları, düşünceleri, nasıl düşündükleri, neleri sevdikleri, sevmedikleri, nelerden keyif aldıkları, neleri beğenip beğenmedikleri hep çevre etkenlerle belirlenir. Ve bu insanların kapasiteleri de maruz kaldıkları ne varsa, onları içlerine nüfuz ettirmekle sınırlıdır. Yeni, alışılmışın dışında, farklı, benzersiz durumlara, düşüncelere, yaşamlara kapalıdırlar. Onları anlamak istemezler, merak etmezler. Öğrenmek, fark etmek, kendilerinde fark yaratmak gayesi gütmezler. Belli bir yolda ilerler ve başka sapaklara girmekten özenle imtina ederler. Kendilerine dayatılan değer yargılarına köle olmuşlardır ve bunun bile ayırdına varamazlar. Çünkü köreltilmiş ruhlar körü körüne bağlandıkları bir yaşamda kaybolurlar.

Öte yandan, bazı ruhlar vardır. Aykırıdırlar. Kendilerini evrenin kucağına bırakmışlardır ve ondan gelen ne varsa yüreklerini açarlar. Her zerreyi anlamak, fark etmek için yaşarlar. Belli bir dış etkenle törpülenmezler, ancak kendileri bir arayışa girerler ve bu arayışın sonucunda belli bir yaşam biçimi, zevk, sevgi, beğeni, kötü, iyi gibi kavramları belirlerler. Sevdikleri, beğendikleri, hoşlanmadıkları, reddettikleri vs hep kendi gözlemlerinin ve akıl süzgeçlerinin bir sonucu olarak damıtılmıştır. Ve işte bu açık ruhlar, körelmiş ruhlar tarafından yutulmaya çalışılır. Körelmiş ruhlar, açık ruhları da kendileri gibi köreltmek isterler. Aykırı bulurlar onları ve aykırılığı sevmedikleri için onları da kendi normları doğrultusunda değiştirmek, “sıradan”, “normal” hâle getirmek isterler. Eğer bu isteklerine karşılık bulamazlarsa da, o aykırı ruhları kendi avareliğiyle baş başa bırakmayı tercih ederler. Fakat bilemezler ki, asıl değişim, yenilik, olmayan olduran bakış açıları, gerçek değer, hayatın hakiki özü onların ruhundan fışkırır. Küçük klişelerle körelmiş ruhlar, kalıpları yıkan, açık, aydınlık gözlerinden güneş ışınları saçan aykırı ruhların sunduklarını ve sunabileceklerini bilemezler, baksalar bile göremezler, görseler bile fark edemezler. İşte burada başlar çatışma ve bir kırılma meydana gelir. İki taraf karşı karşıya gelir. Hayat ise daima aykırı olanın gücüyle aydınlanır, dünya bu olağanlaşmayan, geniş, engin, derin ruhlarla yenilenir, berraklaşır, güzelleşir, iyileşir. Her zaman evrene kollarını açmış, ufku geniş ruhlar kalıcı iz bırakırlar ve ölümsüzleşirler. Diğerleri ise silinip gider, hiç olmamışçasına yiter.

ÖZE SEVGİ, ÖZE ŞEFKAT

İnsanın kendisini sevmesi ve sarmalaması çok önemli. Kendisiyle çok kavga eden, çok çatışan, bir ara özsaygısını tamamen yitirmiş biri olarak, insanın kendisini sevmesinin ve kendisine şefkat göstermesinin ne kadar gerekli olduğunu öğrendim. Tüm dünya sizi sevse ve size şefkat gösterse bile, siz kendinizi kendi sevginizden ve şefkatinizden mahrum ederseniz içiniz kurur, canınız acır. Çünkü hayat önce kendini sevmekle akışa geçer. Öbür türlü suyun akışı bile size durağan gelir.

Hep derim, hayat tek kişiliktir. Önce insan kendisi var olur, o var olduğu için de hayat var olur. Hayattan kendimizi çıkarırsak geriye ne kalır ki? Ve bir şey daha var. Hayatta yaşadığımız her durumun ve duygunun sadece bizde olduğunu düşünüyoruz. Aynı ya da benzer tecrübeler edinmiş insanlara rastladığımızda da “Yalnız değilmişim” diyerek seviniyoruz. Çünkü dert ortağımızın, ortaklarımızın varlığını hissediyoruz veya aykırı olmadığımızı görüp daha rahatlamış bir ruh hâline bürünüyoruz. Ben bizim bu her şeyi yaşayan ilk ve tek insanmışız gibi düşünme durumumuzu da yine hayatın tek kişilik oluşuna bağlıyorum. Dünyadaki varlık sürecimizde kendi yaşamımızı idame ettirirken temel merkezimiz kendimiz oluyor ve hayatın getirdiği neredeyse her şey o merkezin etrafında dönüyor. O yüzden de birçok konudaki değerlendirmelerimiz ve yaşamı yürütme şeklimiz hep kendi biricik varlığımıza odaklanıyor.

İnsanın kendi odağıyla yaşadığı hayata dair bin bir konudan sevgiyi ve şefkati ele aldım bugün. İnsanın odağı neyse her şeyi de odur. Eğer odağımızda kendimize sevgi ve şefkat yoksa, hayatımızı oluşturan çoğu şeye de sevgimiz, şefkatimiz olmaz. Olsa bile yarım ve yaralı kalır. Ama odağımızda kendimizi seviyorsak, ona şefkat gösteriyorsak tamamlanırız, kendi içimizde onarılırız. İnsanın içi dışına yansır neticede. Önce özümüzü sevelim, sayalım, şefkatle sarmalayalım ki, dışımıza da sağlam bir ışıkla aydınlık yayalım❤️

UMUT LAMBALARI

Öfke duyuyorum, birçok şeye… kalbim kırılıyor ve kırıklarından irin akıyor. O irin dolduruyor ömrümün kaldırım taşlarındaki aralıkları. Korkuyorum bazen. Kendi gecelerimin alacakaranlığında gündüze bal çalan parmaklarıyla dünyayı saran göğe bakıyorum. O gökte ne görüyorum, bilinmez. Ama çok şey düşünüyorum ona dair. Bazen hayaller kuruyorum, bazen şimdimi yargılıyorum, bazen geçmişimi özlüyorum, bazen ise geleceğe kaygı dolu titrek kelimeler fısıldıyorum.

Sokak lambaları gibi umudum, ampulü ne kadar dayanır, bilemem. Bir elektrik kesintisine bakar kalbimin can damarının kırgınlıklara bulanması. Elektrik yeniden gelse bile o kırgınlığın kırıklığı düzelmez, yama tutmaz, unutulmaz. Yaralı ruhumun sancılı yokuşlarında ürkek adımlarla ilerleme çabamda bu sokak lambaları yolumu aydınlatıyor işte. Umut lambalarım ışıklarını ne kadar saçabilirse o kadar görüyorum önümü. Ama ya giderse elektrik, ya ampül patlarsa, ya süresi geçerse? Yenilerini buluruz, değil mi? Hep yeni ampuller peşinde koşarak geçirmiyor muyuz ömrümüzü sahi? Ampüllerin süresi bittikçe yenisini takmıyor muyuz lambalara? Bu da öyle işte… umut lambalarımızı daima yanık tutmaya olan mücadelemizle ayakta ve hayatta kalmaya çalışıyoruz. Hayat bol keseden ampul vermiyor, biz o ampullerin peşinden koşuyoruz ve buna yaşamak diyoruz.

SAÇ VE HAYAT

Hayatın saçla ilişkisi var desem, ne dersiniz? Dün gece yine düşünce ağacının dallarında gezintiye çıktığımda birden bire saçla hayat arasında bir ilişki keşfettim. Yaprakların arasına gizlenmiş bir meyveyi bulmuş gibi buluverdim bu fikri. Bu meyveyi siz nasıl bulursunuz, çürük mü, olgun mu, ham mı, bilemem.

Dünyada hiçbir bilimsel kaynakta her insanda net olarak görüldüğü söylenen kalıplaşmış saç teli sayısı, kalınlığı, kalitesi, saç rengi ve yumuşaklık derecesi yok. Hepimizin saçı farklı renklerin farklı tonlarında, farklı kalınlıkta, farklı biçimde ve farklı kalitede. Hepimizin saçı seyrek, gür, kıvırcık, dalgalı, düz diye bir sürü oluş hâliyle çeşitli. Bu fark ve çeşit, bana her insanın farklı hayatlara, farklı dinamiklere, farklı düşünce yapılarına, yaşayış tarzlarına sahip olmasını çağrıştırıyor. Diğer yandan, biz saçımızın boyunu, hatta geçici olarak şeklini (maşa, fön vb) değiştirebiliyoruz. Bu da bana insanların gücünün yettiğince kendi hayatlarında değişiklik yaratabildiğini anımsatıyor. Kendi saç rengimizi değiştirmek istiyoruz mesela. Bunun da yolu boyatmaktan geçiyor. Biz saçımızı boyattıkça saçlarımızın kimyası bozuluyor, yapıları değişiyor. Evet, istediğimiz renge kavuşabiliyoruz ama saçımız, boyanmadan önceki doğal hâlinden uzaklaşıp daha yapay, bozulmuş bir yapıya bürünüyor. Bu da bana, istediklerimizi elde etme uğruna verdiğimiz ödünleri, ödediğimiz bedelleri düşündürüyor. Bazılarımız saç dökülmesi sorunu yaşıyor. Saç telleri zayıflıyor ve fazla dökülme dolayısıyla saçta seyrelme, hatta açılmalar meydana geliyor. Dahası, bazen sonuç kelliğe varabiliyor. İşte bu da, insanın hayatında kendi gücü ve iradesi dahilinde olmayan, müdahale edemediği sorunları, sıkıntıları ve insanların bu sorunlara çözüm arayışı içindeki mücadelelerini hatırlatıyor. Bebek saçı ve saç beyazlaması ise (ırsî erken beyazlık hariç) âdeta doğumdan ölüme kadar olan sürenin altını çiziyor. Yani özetle, saçla hayat birbirine çok benziyor.

HAYATI SİL BAŞTAN KENDİ CÜMLELERİMİZLE YAZMAK

“Sanat, evden çıkmadan evden kaçmanın tek yoludur.” demiş Twyla Tharp. Bana o kadar güzel geldi ki bu söz, sanata dair çok güzel bir tanımlama olduğunu düşünmeden edemedim. Bu cümleye en yakınımdan, kendimden bir örnekleme yapmak isterim. Küçücük bir koltukta yaşıyorum ben. Evden veya odadan değil, iki kişilik bir koltuktan bahsediyorum. Elimde bir kalem, bir defter, bir telefon ve bir kitap ile günümü o kadar zenginleştiriyorum ki, başımı kaldırıp çevreme bakmaya fırsat bile bulamadan saatler geçip gitmiş oluyor. Bambaşka dünyalara bambaşka çerçevelerden bakıyorum ve bunu oturduğum koltuktan hiç kıpırdamadan yapıyorum. Kendi dertlerimden arındığım, isyanlarıma ifade bulduğum, sıkıntılarımı sağalttığım bir dünya kuruyorum. İçinde hiç kimse yok bu dünyanın. Dışarıdan bakıldığında ben de yokum aslında. Sadece ve sadece yüreğim var zira orada. Sesimin çıkmadığı ama son ses duyulduğu bir alan o. Kelimelerin ve sanatın gücü, kucağı, şifası.

Yaralı ve aykırı ruhların sıradan ve kusursuz görünen dış dünyayla verdiği içsel savaşta hayatta kalmak için başvurduğu bir kaçamak bence sanat. Eldeki olanaksızlıklara rağmen yepyeni olanaklar ve ayak basılmamış yollar bulmak, el yordamıyla nefes almaya çalışmak, kimsenin bakmadığı bir gözle bakmak, kimsenin duymadığı sesleri duymak, hissedilemeyenleri ince ince duyumsamak ve tüm duyumsadıklarını en özel şekilde haykırmak… bakış ve görüş açılarını çarpıştırmak, kabul görenle yetinmemek, olağanı, sıradanı yıkmak, alışılmışları unutup yeni şeylere odaklanmak, ruhuna uyan eskileri en güzel şekilde muhafaza ederek onları kendi yenileriyle harmanlamak ve bu harmanda hem kendini hem huzuru bulmak… ez cümle, bence sanat, hayatı sil baştan, kendi cümlelerimizle yazmak.

HAYAT SANA DOKUNUR, ANLAYAMAZSIN

Sevgiye susuz bırakılmışların eksik coşkusu, yarım yamalak edilen tebessümdeki kırgınlık, yalama olmuş duyguların eskimişliği… ne dersen de, ne düşünürsen düşün yarım gibi kokar hayat bazen burnuna. İzsiz yolların tekinsiz insanları gibi karanlıkta kalır bir yanın. Yorumsuz cümlelerin nafile çağrışımlarından geriye bir hiç kalır. Boş avcunda hayatı tuttuğunu sanırsın ama boş boştur oysa, hayata dokunamazsın. Hayat sana dokunur, anlayamazsın.